31 Aralık 2008 Çarşamba

Memduh Moran

Türkiye'nin üçüncü büyük ajansı olarak kapılarını açan Reklam Moran'ı 1952 yılında, Yapı ve Kredi Bankası'nın kurucusu Kazım Taşkent'in teşvikiyle, bankanın reklam müdürü Memduh Moran kurdu. Ajans 1953'de 100 bin lira sermaye ile anonim şirket haline dönüştürüdü ve o yıl 556 bin lira ciro yaptı.

Reklam Moran, başta Yapı ve Kredi Bankası olmak üzere içinde Unilever’in bir kısım mamulleri ve Singer’in de bulunduğu zengin bir müşteri listesine sahipti. 1957’de değişen Ticaret Kanunu'nun yeni hükümlerine göre sermayesi uygun olmadığından 1958’de limited şirket oldu; yıllar içinde hızlı bir gelişme göstererek kadrosunu 55 kişiye, cirosunu 30 milyona çıkarmayı başardı.

Moran'da uzun yıllar genel müdürlük yapan Yüksel Dinçel, kuruluş günlerine ilişkin şunları anlatır:

"O zamanlar Türkiye'de bir monopol söz konusu... Gazeteler tek bir ajans kanalıyla gelen ilanlara komisyon veriyor. Bunun haricinde, ben reklam ajansıyım deyip X gazetesinin kapısını çaldığınızda size hiçbir komisyon vermiyorlar. İşte Memduh Bey, kurulmuş olan bu monopolü yıkarak gazetelere direkt ilan gönderip ajansın faturalarına yüzde 15 eklemekle başlamış işe."
Reklam Moran ile uzun yıllar reklamveren olarak işbirliği yapan Fevzi Muhtar Katırcıoğlu ise şunları söylüyor:

"Reklam Moran ile üç ayrı firmada çalıştım. Unilever, Singer ve Shell. Her üçünde de rahmetli Memduh Bey ile gayet sıkı bir işbirliği içindeydim hep. Reklam Moran ile mesleki olarak Unilever, Rexona tuvalet sabununun lansmanında tanıştım. 1965 yılına göre bile çok mütevazı bir reklam bütçesi olmasına rağmen Memduh Bey kampanyamızla şahsen ilgilenirdi. Ve en önemsiz toplantılarda bile kendisine has efendiliğinden, geniş dünya görüşünden kaynaklanan fikirlerinden yararlanırdık."


(Zühre Kurt'un 1 Eylül 1992 tarihli Marketing Türkiye'de yer alan araştırmasından yararlanılmıştır.)

28 Aralık 2008 Pazar

Sezer Tansuğ


Sezer Tansuğ daha çok sanat eleştirmeni olarak bilinir. Ancak kısa bir dönem de olsa (1975-1976) reklam yazarlığı yapmış hatta reklam filmi yönetmiştir. En uzun süre çalıştığı ajans Reklam Moran'dır.

Tansuğ 382 sayfalık "Herkes İçin Sanat" adlı kitabının beş sayfasını reklamcılıkla ilgili görüşlerine ayırmıştır. Örneğin reklamcı edebiyatçılar konusunda şunları söyler:

"...Yaklaşık iki sene boyunca copy-writer olarak çalıştım. Ayrıca bazı reklam filmlerinde yönetmenlik yaptım diyebilirim. Bir Kıbrıs filmi çekilmişti, sonra Reklam Moran'da çalışırken 'Borusan' filminin çekiminde bulundum... Yani reklamcılık konusunda yazdıklarım kişisel gözlemlerime, pratiğe dayanıyor. Bu işi pek çok sanatçı, yazar-çizer, şair yapıyor ve son derece yetenekli edebiyatçılar harcanıyor reklamcılıkta. Bakın mesela T. S. Eliot da bir ara reklamcılık yapmış ve okuduğum kadarıyla son derece başarılı olmuş. Ama sonra yakın arkadaşları onu bu meslekten binbir güçlükle çekip ayırmışlar. Çünkü Eliot'un şiirinde bir düşme başgöstermiş reklamcılığa başlaması nedeniyle. Ama yanlış anlaşılmak istemem, reklamcılar başarıya ulaşamamış sanatçılardır demiyorum. Zaten ben kendim de reklamcılık yaptım. Ben kendim için 'rate' der miyim hiç?"

1930 yılında Erzurum'da doğan ve son olarak Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapan Tansuğ 1998 yılında bir akciğer rahatsızlığı sonucu İstanbul'da vefat etti.

25 Aralık 2008 Perşembe

Aydın Ülken



23 Aralık 2008 Salı

Ege Ernart

Ege Ernart 6 Mart 1937'de İstanbul'da doğdu. Beş yaşındayken annesi ile babası ayrıldılar. Ege, Galatasaray'ın Ortaköy'deki ilkokuluna yatılı olarak yerleştirildi. Bu süreç onu çok etkiledi. Üst üste çeşitli hastalıklar geçirdi.

Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra şiir, tiyatro, oyunculuk, yönetmenlik ve felsefeyle ilgilendi. İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümüne yazıldı. Bu arada değişik tiyatrolarda profesyonel olarak çalıştı. Arena Tiyatrosu'nda sahnelenen "Aslan Asker Şvayk" ta sarhoş papaz Katz'ı oynarken, çekeceği "Topkapı" adlı film için oyuncu arayan Fransız yönetmen Jules Dassin'in dikkatini çekti. Dassin ile Paris'e gitti ve dokuz ay kadar Paris'te kalarak Topkapı'daki rolüne hazırlandı. Filmde kapkara gözlüklerin ardına sakladığı yüzü asla gülmeyen, sert bir Türk polisini canlandırdı.

1968'de yakın dostu Ferit Edgü'nün davetiyle Manajans'ta metin yazarı olarak reklamcılığa adım attı. Burada Edgü ile birlikte reklamcılığa yeni bir dil ve anlayış kazandırdı. O güne kadar çeviri kokan reklam metinleri duru, güçlü ve tüketicinin kalbine işleyen bir Türkçe ile yazılmaya başladı.

O günlerin Manajans'ındaki ruhu daha iyi anlayabilmek için Şener Şen'in "torpiliyle" Manajans'a giren Yavuz Turgul'a kulak verelim:

"Reklamcılığı öğrenebileceğim en iyi yerin Manajans olduğunu düşünüyordum. Çünkü Manajans o dönemin en ünlü, en popüler, reklam ajansı denince akla ilk gelen ismiydi. Ajansta üç "senior" vardı: Ege Ernart, Vural Sözer ve Egemen Berköz... Ben de onların yanına çömez olarak katıldım.

Benim Manajans'taki hayatım şöyle bölünebilir: Birincisi girdikten sonraki dönem, ki çok zorlu geçmiş bir dönemdir. Girdiğim dönem çok başarısız oldum ajansta. 'Oraya gideceğim ve çok büyük işler yapacağım' diye düşünürken, müthiş bir kayaya çarptım. Karşımda Ege Ernart, Vural Sözer, Egemen Berköz ve Eli Acıman vardı.

O zamanlar Manajans'ın yapısı şöyle: Yeni gelen 'civciv' yazarlar 'güverte' denen yere atılır, onlar orada öylece beklerlerdi... Odalar telefon numaralarıyla anılırdı. Orası da 21 ya da 26 numaraydı. 36 da büyük toplantı odamızdı mesela. Güverte dediğim yer civcivlerin çalıştığı odaydı. İşte orada uzun süre bekledim. 'Beni çağıracaklar da reklamcılığı kurtaracağım' diye; fakat kimsenin çağırdığı filan yok...

Bazen daha önce yapılmış işleri getiriyorlardı bakmam için. O zamanlar toplantı trafiği de çok yoğundu. Kreatif ekibi 36'ya çağırırlardı, ben de arkalarından imrenerek bakardım. Derken Acıman çağırır ve bir şeyler anlatmaya başlar, siz de not tutarsınız, sonra yazdığınız notları önüne getirirsiniz. Acıman sinirlenir 'Bu ne!" diye... Gerek Ege, gerek Vural, gerekse Egemen, Acıman'ı çok iyi tanıyıp bildikleri için onun söylediklerinden yeni anlamlar çıkarırlardı. Çünkü o bir şey söylerken aslında onu söylemiyordur...

Mesela 'Pırlanta gibi buzdolabı' der (AEG ile ilgili olarak), 'O bir pırlanta!' diye bağırır. Siz de 'O bir pırlanta!' diye yazarsınız. Sonra o bunu yazdığını görünce 'Nedir bu!' der. Halbuki Ege, 'O bir pırlanta' derken neyi kastettiğini bildiği için ona göre tercüme ederdi. Ben bütün bunları bilmediğim için onun söylediklerini aynen yazıyordum... Acıman yavaş yavaş bana sinirlenmeye başlamıştı.

Gerek Egemen Berköz'de gerek Ege Ernart'ta gerekse Vural Sözer'de olağanüstü bir dil işçiliği vardı. Ben gazetecilikle de uğraştım, senaryo da yazdım, yazı işleri müdürlüğü de yaptım ama bütün bunların çok ötesinde olağanüstü bir dil saygısı, dil becerisi ve dili reklamda doğru kullanabilme savaşıydı gördüğüm. Neredeyse dile bir ibadet söz konusuydu. Bir paragrafın içinde cümle sonuna gelen bir virgül meselesinden Vural ile Ege'nin gırtlak gırtlağa geldiğini bilirim. O kadar büyük bir saygı vardı dile karşı... Ve Eli Acıman'da da bu vardı tabii..." (Hayatımız Reklam, Pelin Özkan, Mediacat Kitapları, 2004)

Manajans'ta Ferit Edgü ile birlikte Tofaş ve Beymen lansmanlarını, Shell'in yerli petrol (pos bıyıklı Shell) kampanyasını hazırlayan Ernart, 1971'de Edgü ve Affan Başak ile Ajans Maya'yı kurdu. Böylece kendi ajansını açma hareketinin de öncülerinden biri oldu. Maya 1974 yılında Grafika ile birleştirilerek Grafika/Maya oluşturuldu. Ernart 1976'da buradan da ayrıldı ve E.C.A. için Bay Elmor tipini yaratacağı Konsey'i kurdu.

1979 yılında Türk reklamcılık tarihinde bir ilk olan TÜSİAD kampanyasında "freelance" yaratıcı yönetmen ve metin yazarı olarak görev yaptı. Anavatan Partisi'nin 1983 ve 1984'teki seçim kampanyalarında Manajans'ın yaratıcı grup başkanı olarak yer aldı. 1984'ten 1990'a kadar elliyi aşkın "İcraatın İçinden" programını bizzat oluşturdu. 1986 yılında kuzeni ve o zamanki Manajans Genel Müdürü Faruk Atasoy ile birlikte Birikim'i kurdu.


Ege Ernart 21 Ocak 2002'de akciğer kanseri sonucu hayata veda etti ve cenazesi Teşvikiye Camisi'nden kaldırıldı. Onun erken sayılabilecek ölümünün ardından Eli Acıman şunları söyledi:

"Neredeyse 40 yıldır tanıyorum. Mesleğine bizde, Manajans'ta başlamıştı. Onun gibi bir insan pek nadir gelir. Doğuştan kibar ve dürüsttü. Herkes tarafından sevilen ve müsbet bulunan bir insanımızdı. Çok birikimli ve yetenekliydi. O yüzden de çok büyük kayıp."

Ölümünün birinci yılında, Reklamcılık Vakfı Yayınları'ndan, Kemal Sezer'in hazırladığı ve bir nehir söyleşinin kitaplaştırılmış hali olan "Ege Ernart-Bir Öncü Reklamcı ve Sıradışı Yaşamı" adlı kitap yayınlandı.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Yazmamız gereken o kadar çok kişi var ki...

Bülent Şentay'ın çalışkanlığı olmasa, bu gelinen yeri bulamazdık, bundan eminim.

Düşünüyorum da bazen, ne kadar çok insan var yazmamız gereken.

Ne yazık ki, hep kaybettiğimiz kişileri burada anar durumdayız.
Ama yaşayanlara sıra gelemiyor ki!!

Eksiklerimizden, aklıma geliverenler:

- Aydın Ülken
- Erim Gözen
- Kemal Tecer
- Erdoğan Günay

Biraz el verin lütfen...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Onat Kutlar

Onat Kutlar şair, öykü yazarı, senarist, düşünce adamı ve reklamcıydı. 25 Ocak 1936’da Alanya’da dünyaya gelmişti. 30 Aralık 1994 günü Marmara Oteli’nin pastane katında patlayan bir bomba sonucu ağır yaralandı ve on bir gün boyunca ölüme direndikten sonra 11 Ocak 1995’te aramızdan ayrıldı.

Aslında tam bir sinema tutkunuydu Kutlar. Hukuk eğitimini yarıda bırakmış ve bir süre Doğan Kardeş dergisinde çalıştıktan sonra 1965 yılında Türk Sinematek Derneği’nin kurucuları arasında yer almıştı. Orada on yılı aşkın bir süre görev yapmış, Türkiye’de sinema kültürünün gelişip yaygınlaşmasında önemli roller oynamıştı.


Sinematek’ten ayrıldıktan sonra çeşitli reklam ajanslarında çalıştı Onat Kutlar. 1976-78 yılları arasında Asa Sanat Haberleri ve Reklam Ajansı’nı yönetti. 1981-85 yılları arasında Repro’nun baş metin yazarlığını üstlendi. Son olarak da, kurucuları arasında bulunduğu Letra Reklamcılık'ı yönetiyordu.










15 Aralık 2008 Pazartesi

Zihni Küçümen

Tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen, çevirmen, gazeteci-yazar ve reklam yazarı (Merkez Ajans, Ajanstek) Zihni Küçümen'i bize en iyi anlatacak kişi Radikal gazetesindeki köşesinden sık sık ona hitap eden dostu Hakkı Devrim'dir*:

"1996 yılının 26 Haziranı bir çarşamba günüydü. Yarın, aradan on yıl geçmiş olacak. Zihni Küçümen'le arkadaşlığımızın altmış üçüncü yılını ben idrak ediyorum, Zihni yok. On yıldır ona hasretim. Yıldan yıla değil elbette, her gün hissettiğim bir eksikliktir bu.

1996 yılının 26 Haziran sabahı, Göztepe'deki dairelerinde torunu Malik, bakmış dedesi uyanmıyor; odasına girmiş, elindeki boruyu kulağının dibinde var gücüyle öttürmüş.

Çıkıp babaannesi Şükran'a şikâyet etmiş:

– Uyanmıyor, dün gece çok ilaç aldı galiba.

– İki üç gündür sırtında ve sol kolunda bir ağrıdan şikâyeti vardı, demişti Şükran; cumartesi günü doktoruna göründü. Adale ağrısı demişler.

Benzer durumlarda ölüm sebebi kalpti kararına varılır. Bazen ben farklı düşünürüm de, yüksek sesle söylemeye cesaret edemem. İçimden, Zihni'nin sonunu tiroit bezi getirdi diye düşünmüştüm. Bu sebeple tedavi görmüştü. Ne değişir ki!

Zihni 67 yaşındaydı. Siz ne dersiniz, ne düşünürsünüz umurumda değil... Henüz çok gençti! Biz aynı yılın, 1929'un çocuklarıyız.

Zihni benim gibi yaşıtlarından da daha gençti. Sahiden yaşlanmayan bir yanı vardı arkadaşımın. Altmışımızı geçmişken, evin insanları uykuya çekildikten saatler sonra, onun sayesinde, ilkokul çocukları gibi gülerdik kimi geceler.

Bizde giydiği pijama hâlâ saklanır. Bazı akşamlar yemek saatine doğru kapı çalınırsa hâlâ, habersiz tarafından bir Zihni ikramı mı, diye ümitlenirim.

Bir insan evli barklı öz kardeşinin bile değil, ancak ana-babasının evine gelebilir, Zihni'nin bize geldiği rahatlıkla. Siz hiç misafir gittiğiniz evin sahibesine, sofradaki yemeği pek de beğenmediğinizi söylediniz mi? Bizde bunun kavgası olurdu.

Ben tiyatrocuları bir başka türlü seviyorsam derindeki sebebi, Zihni'nin tiyatro sevgisidir. Sarıyer, Eminönü halkevlerinden, Kabataş ve Feyziati salonlarından, yani 1940'lardan başlayarak, İstanbul Şehir Tiyatrosu yıllarınca, taa Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan sahnesine kadar, filmleri, televizyon dizileri dahil onun bütün oyunlarını seyrettim. Hayatımda beni bir kişi, bir okul müsameresinde rol almaya razı etti, lisedeyken... Rejisörümüz Zihni Küçümen'di.

O da benim, iyi kötü her yazdığımı okudu. Her yaptığım hakkında düşündüğünü söyledi. En mahrem bilinen meselelerime kadar.

Bir lise öğrencisi, nasıl olur da hayatını tiyatroya adayacağını daha o yaşta bilir ve bu kararlılığından asla vazgeçmez? Nasıl bir dürtüdür, insan için tiyatroyu, oyunculuğu bu kadar vazgeçilmez kılan?

Anlat deseniz, beceremem. Ama ben, o yaşlarda tiyatroyu seçen ve bir daha o dünyadan ayrılamayacak çocukları nerede görsem, tanırım. Ve tereddütsüz severim. Zihni'ye benzedikleri için değil; belki Zihni'yi de aynı sebeple sevmiştim.

Bilenlere söyleyeyim, onlar beni daha kolay anlar. Bu oyuncular fasilesi var ya, onlar insanla en çok ilgilenenlerdir. Bir oyuncu arkadaşınız var da onu sevemiyorsanız, sizde bir şeyler eksik demektir.

Zihni'den kalan boşluğu anlatmaya çalışıyorum... Ve beceremiyorum.

Ölümünden on gün önce o, Aydın Kazancı ve ben, birlikte lisedeydik. Kabataş'ın pilav günüydü, 16 Haziran pazar.

Bir hayal kırıklığımı anlatıyordum çok yakın iki dostuma. Bir keresinde herkes kendi sınıfında toplanacak demişler, heveslenmiş, 11 Edebiyat-B'de tanıdık kimseye rastlamayınca hayal kırıklığına uğramıştım. Edebiyat-B'de her yıl başka öğrenciler bulunmasından daha tabiî ne olabilirdi? Ben budala, zahir orada tam kadro bizim sınıfı bulmayı umdum.

Artık pilav günlerine de gidemiyorum. Yeniden birlikte oluştan çok, yalnızlık–sanki bir tür terk edilmişlik–hissi ağır basıyor. Yıllardır, liseliler toplantılarını da yapamaz olduk zaten.

Salı akşamı Sait Halim Paşa Yalısı'ndaki bir kutlamaya katıldık. Dame de Sion mezunlarının canlı, neşeli bir toplantısıydı. Otuz üç yıllık bir aradan, halası Zeynep'in mezuniyet şenliğinden sonra, Elif-torun'un mezuniyetini kutluyorduk. Çocuklar pistte çılgınlar gibi hoplaya zıplaya dans ederken, tenha rıhtıma çıktım biraz.

Rüya gibiydi derler ya! İnsana Boğaziçi'nin benzersizliğini duyuran bir yaz gecesiydi. Gene de, bulunduğum bu müstesna yerden, Boğaz'ı bütünüyle göremiyormuşum gibi geldi bana.

Sait Halim'den Kuzguncuk Nakkaştepe ve Rumelihisarı kabristanları görünmüyor. Ee Zihni Küçümen ile Nurullah Gezgin'in kabirlerini olsun göremiyorsam, Boğaz'ı tam göremiyormuşum gibi gelir bana."

*25 Haziran 2006 Pazar, Radikal

• Zihni Küçümen, Hakkı Devrim ve Nurullah Gezgin gençlik yıllarında "Çapanoğlu" adlı bir mizah dergisi çıkarmışlardı. (BŞ)

12 Aralık 2008 Cuma

Mengü Ertel

Grafiker, tasarımcı, sanat yönetmeni, tiyatro dekoratörü ve reklamcı Mengü Ertel 16 Mart 1931’de İstanbul’da doğdu. 12 yaşında babasını yitirince kendi geçimini sağlamak zorunda kaldı. Filmlerde figüranlık ve seslendirmecilik yaptı.

Çocukluğundan beri Karagöz'e ve kitaplara tutkundu. Kirayla romanlar alıp okuyor, bir yandan da tiyatroya ilgi duyuyordu. Hem Konservatuar'ın hem de Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girdi. Güzel Sanatlar Akademisi'nde okumaya başladı. Bu arada edebiyatçı, tiyatrocu ve ressamlardan oluşan bir çevre edinerek bohem bir hayatın içinde buldu kendisini.


1950’li yıllarda, başında Muhsin Ertuğrul’un bulunduğu Küçük Sahne’de çalışmaya başladı. Ertuğrul’un desteğiyle, sahne çalışmaları için Almanya’dan gelen dekoratör Kurt Halleger’in yanına girdi. Küçük Sahne yıllarından sonra askere gitti.

Döndüğünde Muhsin Ertuğrul’un “Kenterler”in bir oyunu için afiş yapmasını istemesiyle başladığı afiş çalışmalarına neredeyse dönemin bütün özel tiyatrolarının afişlerini çizerek devam etti. 1969’da ilk tiyatro afişleri sergisini açtı. Bu sergiyi Berlin, Varşova ve Brüksel’de yineledi. Çalışmaları Graphis, Novum, Gebrauchsgraphic, Modern Publictiy gibi tanınmış grafik dergi ve yıllıklarında yayınlandı. Afişleri Varşova ve Münih Şehir Müzesi ve Wilanow Afiş Müzesi’nde yer aldı.



1998’de Devlet Sanatçısı olan Ertel ayrıca 1994-1998 yılları arasında TRT yapımı olan ve 180 bölümü bulan “Cumhuriyete Kanat Gerenler” adlı programın sunuculuğunu yaptı. Hayatı boyunca retrospektif sergi açmayı istemeyen Ertel, en son sergisini 1999’da Dolmabahçe Kültür Merkezi’nde “Büyültmeler" adı altında gerçekleştirdi.

Yaklaşık kırk yıl boyunca kendi kurduğu San Grafik ve San Reklam'ı ayakta tutmayı başaran ve son günlerine kadar üretmeyi sürdüren Ertel 15 Mart 2000'de yine İstanbul’da öldü.

Sevdikleri onu, bıraktığı zengin birikimin yanı sıra giymeyi çok sevdiği ve kendisine gerçekten yakıştırdığı çeşit çeşit yelekleriyle hatırlıyor.

Necati Balaban


Grafik sanatçısı Necati Balaban 1945-1988 yılları arasında yaşadı. İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu mezunuydu. Grafikerler Meslek Kuruluşu'nun kurucu üyeleri arasında yer almıştı.

Çok uzun yıllar Fulmar'ın sanat yönetmenliğini yapan Balaban, son olarak Ekol Ajans'ta çalışıyordu.

...Ve Haluk Mesci'den, "Necati Balaban'lı" bir anı*:

"Bu taslak benim Fulmar zamanımdan (1975 filan olmalı) kalma. Fikir benim, grafiğini rahmetli Necati Balaban benim zorlamamla böyle yapmıştı. Niye kötü bir iş olduğunu anlatayım:

Hem metin, hem grafik uygulama, yanlış!!

Pakette çıtlamış, kırılmış olanlar bir yana bırakılırsa, iyi bir cipsin pakedinden her biri standart biçimde ve büyüklükte taneler
çıkmalı. Ben ne yapmışım? Tam tersi!! İrili ufaklı taneleri seçtiğim gibi, bunların güya müziklerini (!) de tanelerdeki dağınıklığı destekler/pekiştirir gibi yazmışım. Allahtan ilan yayınlanmadıydı."

*Reklam Yazarlarının Ortak Defteri'nden alınmıştır.

10 Aralık 2008 Çarşamba

Turgay Betil

Turgay Betil ile sanat yönetmenliği yaptığı son ajans olan Rota Reklamcılık'ta tanıştım. 1991'de. Bir yılı aşkın bir süre neredeyse aynı masada oturarak çalıştık.

Geç tanıyıp erken kaybettiğim bir dostumdu Turgay. Renkli, heyecanlı, paylaşımcı ve espriliydi. Özellikle Ortaköy Ziya'da kadehleri devirip şişeleri boşaltırken tadına doyulmaz sohbetler ettik. Sonra bir gün, kahkahalarıyla camları zangırdatan sevgili dostumun akciğer kanserine yakalandığını öğrendim. Çok geçmeden işi bırakmak zorunda kaldı.

Yönetmen Cihan Somer'in (onu da çok erken kaybettik) Topağacı'ndaki evinde kalıyordu o sıralar. Ajansa yakın olduğu için sık sık uğrayabiliyordum ona. Durumu giderek kötüleşince ablasının Kalamış'taki evine taşındı. Üç ay içinde kelimenin tam anlamıyla mum gibi eridi.

Son bir ayı boyunca çok sık gördüm onu. Fazla acı çekmedi. Tevekküllüydü. Öleceğini bilir gibiydi. Son maaşını götürdüğüm gün bana sarılmak istedi ama gücü yetmedi. Çok zayıflamıştı. Birkaç gün sonra da (22 Kasım 1992) kötü haber geldi zaten. Onu, iki gün sonra Mimar Sinan Üniversitesi'nde yapılan bir törenin ardından, çok sevdiği caz müziği eşliğinde ve saksafon nağmeleri arasında uğurladık. Henüz 52 yaşındaydı.

Turgay Betil, 194O yılında Çorum'da doğmuştu. Babasının milli eğitim müfettişi olması nedeniyle ilk, orta ve lise öğrenimini çeşitli Anadolu kent ve kasabalarında tamamlamıştı. 1959-60 ders yılında DGSA, Dekoratif Sanatlar bölümüne girmiş, 1965 yılında birincilikle mezun olmuştu.

Akademi yıllarından başlayarak çeşitli gazete ve dergilerde karikatürler çizen Betil birçok karikatür sergisine de katılmıştı. 1969 yılına kadar Ankara'da kalmıştı.

1973'te Amerika'nın Aspen kentinde düzenlenen tasarım konferansına çağrılmış ancak olanaksızlıklar yüzünden gidememişti.

Akademik eğitimini Mimar Sinan Üniversitesi'nde doktora yaparak tamamlamış, ardından aynı üniversitenin Güzel Sanatlar Fakültesi'nde öğretim görevlisi olmuştu.1978 yılında Grafikerler Meslek Kuruluşu'nun kurucuları arasında yer alan Turgay Betil, 1983 yılında akademisyenlikten ayrılmış ve serbest çalışmaya başlamıştı. Görev yaptığı ajanslar arasında San Grafik, Manajans, Yeni Ajans, Repro ve Rota Reklamcılık'ı sayabiliriz.

Kısa ama hareketli bir hayattı onunki: "Tarihi" Efes Pilsen kampanyasında ikinci kuşak biracıydı. İlüstrasyona özel önem veren bir afiş sanatçısıydı aynı zamanda. (Afişleri Polonya'dan İtalya'ya, değişik ülke müzelerinde sergileniyor.) Harika kitap kapakları yapmıştı. Tasarımlarında mizaha yer vermesiyle farklılaşmıştı.

Tunç Başaran'ın "Biri ve Diğerleri" filmindeki barmendi. Atıf Yılmaz'ın "Ölü Bir Deniz"inde ve Okan Uysaler'in yönettiği "Dönemeç" adlı dizide oynamıştı.





(Fotoğraflar: Levent Tuna arşivi ve Grafik Tasarım Dergisi-Sayı:11, Ağustos 2007)

Lami Sesar

1948'de Ankara'da hayata gözlerini açan ve bu dünyada sadece 49 yıl kaldıktan sonra 1997'nin Haziran ayında aramızdan ayrılan Lami Sesar, TRT'de yetişmiş yetenekli bir spiker ve usta bir dublajcıydı. Sayısız reklam filmine sesini verdi. Pek çok belgesel de seslendiren Sesar'ın bazı öğrencileri bugün bile ekranlarda görevlerini sürdürüyor...

Ankara Gazetecilik Yüksek Okulu'nu bitirdikten sonra 1973'te TRT İzmir Radyosu'nda göreve başlamış ve aynı yıl spiker olarak İstanbul Radyosu'na atanmıştı Sesar. Onu 1975'te TRT İstanbul Haber Müdürlüğü'nde redaktör-spiker olarak görüyoruz. 1981 yılında ise TRT'den ayrılmış, çeşitli televizyonlarda çalışmıştı.

Melih Aşık'ın, "kalınca bir gözlük camının ardındaki tebessümdü o..." diye tanımladığı, bizim ise tok ve inandırıcı sesiyle hatırladığımız Sesar'a, dostu Ersin Salman'ın dizeleriyle selam gönderelim:

"Keşke çağrı cihazları, cep telefonları
bölmeye devam etseydi
en güzel yerinde yemeklerimizi!
Durmadan seslendirmeye çağırsalardı seni Lami.
Hep senin sesin olsaydı reklamlarda,
haberlerde, her yerlerde.
Keşke sen olsaydın da Lami,
Galatasaray hep şampiyon olsaydı keşke,
Bil ki üzülmezdim Kanaryam'a bir an bile..."

(Fotograf: Bülent Şentay'ın arşivinden)

Süheyl Gürbaşkan


Mayıs 1959... Türkiye yine olağanüstü bir dönem yaşıyor. İktidar-muhalefet çatışması doruk noktasında. Her gün bir öncekinden daha çalkantılı geçiyor, demokrasi sürekli kan kaybediyor. Toplum neredeyse iki kutba ayrılmış. Ve kimileri görmezden gelse de Demokrat Parti iktidarı uzatmaları oynuyor.

İşte o günlerden birinde, güneşin ışınlarını cömertçe yeryüzüne göndermeye başladığı bir bahar sabahı İstanbul'da, Cağaloğlu'ndayız. Kebapçı Muzaffer'in karşısında bulunan Yavuz Apartmanı'nın en üst katındaki tek göz odaya çıkıyoruz. Bomboş, küçücük bir yer burası. Daha önce Ulus gazetesinin ardiyesi olarak kullanılmış.

Mal sahibi Yavuz Bey ile 28 yaşındaki genç bir adam odanın kira bedeli için sıkı bir pazarlıkta. Yavuz Bey ayda 300 lira kira ve altı aylık peşinde kararlı. "Nuh" diyor, "peygamber" demiyor. Sonra adeta bir mucize gerçekleşiyor. Mal sahibi, genç adamın geçmişte askerlik yaparken tanıdığı ve sevdiği bir komutanının oğlu olduğunu öğrenince birden yumuşuyor. Kirayı 200 liraya indirdiği gibi altı aylık peşinden de vazgeçiyor. Genç adam odayı kendisine bulan ve yanından ayırmadığı karikatürist Mustafa Uykusuz'a sarılıyor sevinçle. Gözleri ışıl ışıl. Can dostunun kulağına eğiliyor, "Gördün mü?" diyor, "İlk basamağı çıktık bile!"

Belki de hayatının en unutulmaz anlarından birini yaşayan bu genç adamın adı Süheyl Gürbaşkan. Ankara'da yaptığı askerliğini bitirmek üzere. Gözü reklamcılıkta ve büyük hedefleri var. Odayı bu amaçla "yazıhane" olarak kullanacak. Ne var ki, bir daktilodan başka hiçbir şeyi yok henüz. Ama olsun, kararı karar: Bu iş ya olacak, ya olacak!

Yanında yine Mustafa Uykusuz, doğruca Kapalıçarşı'ya koşuyor. Yedeksubaylık maaşından kalan son birkaç kuruşu veriyor, kontrplak ve portatif bir masa alıyor. Apartmanın altındaki manavdan ödünç olarak eski bir iskemle ayarlanıyor. Daktilo masanın üstüne, kırık-dökük iskemle masanın önüne özenle yerleştiriliyor. Bu arada Mustafa Uykusuz oturup bir de "İstanbul Reklam" tabelası yazıyor. İki kafadar bütün bunlarla uğraşırken binada asansör olmadığı için altı katı inip çıkmaktan her defasında nefes nefese kalıyorlar.

Sonunda mütevazı ofis hizmete giriyor, sıra müşteri bulmaya geliyor. Çok geçmeden o da ortaya çıkıyor: Bakırköy Özel Kültür Koleji. Okulun sahibi Fehamettin Akıngüç'ün isteği üzerine hemen iki sütuna beş santim boyutlarında, kolejin yaz kayıtlarını duyuran bir ilan hazırlanıyor, ajansın ilk işi olarak gazetelerde yayınlanıyor.

İstanbul Reklam bu minik ve derme-çatma yazıhanede 1960 yılı Haziran ayına kadar kalıyor; 27 Mayıs İhtilali'nin hemen ardından yeni yer arayışları başlıyor. Süheyl Gürbaşkan hedeflediği noktaya bir an önce ulaşabilmek amacıyla altı-yedi kişilik kadrosunu toparlayıp ayda 1.000 lira kirayla yine Cağaloğlu'nda bulunan Doğanay Hanı'na taşınıyor.

Gürbaşkan o günlerde önceliği sinema reklamlarına veriyor. İlk iş olarak reklama inanmış kişilere gidiyor: Arı Unları-Adil Şatıroğlu, Puro Tuvalet Sabunları-Vedat Özsezen, Arı Bisküvileri-Cemil Akar, Akşam Gazetesi-Malik Yolaç... Onlara tasarılarını ve sinema reklamlarıyla ilgili çalışmalarını anlatıyor. Basının ve radyonun medya olarak belirli bir doygunluğa eriştiğini, geleceğin sinema reklamlarında olduğunu söylüyor.

Elini çabuk tutup on sinemayla birden sözleşme imzalayan genç reklamcı bu sinemaları tek tek dolaşarak reklam filmlerini kendi elleriyle dağıtıyor. Önce 22 61 61, ardından da unutulmaz 22 22 22 numaralı telefonlarla "siparişleri" kabul etmeye başlıyor. Bir yandan da Altan Erbulak, Yalçın Çetin, Sezgin Burak, Oğuz Aral, Eflatun Nuri, Mustafa Eremektar (Mıstık), Nihat Bali, Erim Gözen gibi usta çizerlerle işbirliği yapıyor. Sonuçta, özellikle sinema reklamlarıyla dikkatleri üzerinde topluyor, kısa zamanda gerçekten büyük paralar kazanıyor.

Gürbaşkan müthiş bir tempo sergiliyor o günlerde; bir saniye bile boş durmuyor. Sık sık Avrupa'ya gidiyor. Her defasında bavullar dolusu kitap, dergi ve belgeyle dönüyor. Gece-gündüz okuyor, araştırıyor. Çünkü ona göre reklamcılıkta başarıya giden yol güçlü bir kültür birikiminden, kendini yenileyebilme yeteneğinden, literatürü titizlikle izleme kararlılığından ve sınırsız bir düş gücünden geçiyor.

Sonrası genelde bilinen bir öykü... Gürbaşkan yine Cağaloğlu'nda, ön yüzü Cağaloğlu'na, yan yüzü Nuruosmaniye Caddesi'ne bakan bir arsa alıyor. 1968 yılında bir mimari proje yarışması açıyor. Bu arada arsanın içinde bulunan Mahmut Nedim Paşa Türbesi nedeniyle başı epeyce ağrıyor. Ancak ne yapıp ediyor, işi "kitabına uydurup" inşaatı tamamlıyor. Türkiye'de ilk kez reklam ajansı olarak tasarlanıp uygulanan İstanbul Reklam Sitesi'ni kuruyor.

Ne var ki, ölümünün ardından yaptığı açıklamada Eli Acıman'ın da vurguladığı gibi Gürbaşkan bir süre sonra "sinemadan televizyona geçişte, aynı yöntemleri sürdürmenin mümkün olmadığını" görüyor. Büyük bir düşkırıklığı yaşayarak Türkiye'den ayrılıyor ve yurtdışına yerleşiyor. Ancak yurtdışındayken kendisiyle yapılan röportajlardan birinde şöyle demekten de geri durmuyor: "Türkiye'ye kesin dönüş yapacağım ve yeniden reklamcılık alanında çalışacağım. Zaten başka türlüsü de düşünülemez. Ben hiçbir zaman ucuz iş yapmadım, işin kolayına kaçmadım. Zaten böyle davranmak insanın kendi becerisini inkar etmesi anlamına gelir!"

"Temennisi" ne yazık ki gerçekleşmiyor. 19 Eylül 1931'de dünyaya gelen Süheyl Gürbaşkan kansere yakalanıyor ve ülkesine "kesin dönüş yapamadan" 1992 Temmuz'unda, 61 yaşında hayata veda ediyor.

Evet, artık ne reklamcıları Corrida'daki matadora benzeten Gürbaşkan aramızda ne de bir zamanlar aynı anda sekiz bankaya birden (Ziraat Bankası, Emlak-Kredi Bankası, Halk Bankası, Türk Ticaret Bankası, Vakıflar Bankası, Osmanlı Bankası, Öğretmenler Bankası, Pamukbank) hizmet veren İstanbul Reklam'ın adı kaldı.

Sözü toparlamak gerekirse, O (büyük harfle "O") Türkiye reklam sektöründe bir olay adamdı. Rekabetin olmadığı bir ortamda cesurca, hatta kendine özgü çalışma yöntemleri geliştirip uygulayarak biraz da pervasızca at oynattı. Bu yöntemler sayesinde/yüzünden reklamcılıkta farklı bir yaklaşımın belki de ilk ve tek temsilcisi oldu. Reklam tarihçilerimiz günü geldiğinde Süheyl Gürbaşkan'ı ve İstanbul Reklam'ı mutlaka hakkıyla değerlendirecekler. Kesin olan bir şey var ki, Gürbaşkan dünyaya biraz erken gelmişti ve dünyadan kesinlikle erken ayrıldı.

Ali Pasiner


Günümüzde, yerinde yeller esen ajanslardan biri de, 1980 yılında 1 milyon lira sermaye ile kurulan RTS... Tam adıyla RTS Campbell/Ewald Tanıtma Servisleri A.Ş. Adres: Teşvikiye Caddesi, Belveder Apartmanı, No:101/5.

En uzun süre "kaldığım" ajanslardandı RTS. Daha önce hiç karşılaşmadığım ama adını sık sık duyduğum Ali Pasiner'i orada çalışmaya başladıktan sonra tanıdım. 80'li yılların ortalarında. Banka-banker faciasının hemen ardından. RTS'nin Hisarbank tantanasına yetişememiştim yani. (Pasiner de benim gibi uzun yıllar boyunca Reklam Moran tozu yutmuştu. Sonradan öğrendim ki, eski Moran'lı olmam RTS'ye davet edilmemde önemli bir rol oynamıştı.)

Banka-banker harala-gürelesi atlatılmıştı ama RTS'de işler yine de yoğundu. Turyağ (bu isim de tarihe karıştı sayılır) ağırlıklı bir müşteri listesi vardı ajansın: Yayla Margarin, Tursil, Pril... Atari, Nordmende, Günaydın Pazarlama, Lada... Arada bir "abi" kuruluş Pars McCann'e destek amacıyla Pars'ın o yıllarda Kore Şehitleri Caddesi'nde bulunan mütevazı ofisinde soluğu aldığım da oluyordu.

Ali Pasiner'i anlatmaya nereden başlamam gerektiği hususunda kafam biraz karışık... Çünkü kendisi hem reklamcı, hem profesyonel balıkçı, hem de yazardı. Aynı zamanda bir entelektüeldi. (Levrek tariflerini unutmak ne mümkün!) Bir koltuğa birkaç karpuz sığdırmayı başarabilenlerdendi yani. Ancak en büyük özelliği, sakinliği ve hayatla barışıklığıydı sanırım. Onunla çalışırken, kendisini zaman zaman ve içten içe gereğinden bile yumuşak davranmakla "suçladığım" anlar oldu. Sonra fark ettim ki, istese de başka türlü davranamazdı. Çünkü su katılmamış bir deniz adamıydı!

"Genel müdürümüz" odasından hemen hemen hiç çıkmazdı. Kocaman masasında oturur, durmadan bir şeyler araştırır, notlar alırdı. (Arada bir, olta tutmaktan kuntlaşmış parmaklarıyla, kendisine gerçekten yakışan, gösterişli bıyıklarını burmayı da ihmal etmezdi.) En çok şarkılı-türkülü reklamlara karşıydı o sıralar. Ve sık sık yinelediği şu sözler -ki bunları Dünya Gazetesi'nin 1982 yılı "Reklamcılık" ekinde de dile getirmişti- onun bu konudaki görüşlerinin bir özeti gibiydi:

"Yaratıcı reklam malı sattıran reklam demektir. Bu, mesajı en basit, en kısa yoldan tüketiciye ileten reklamdır. Aslında Türkiye bu konuda bir hayli geri; çünkü yaratıcı reklam allanmış-pullanmış, şarkılı-türkülü reklam değildir. Bir mizah mecmuasının karikatüründe, reklamın tanıttığı mamülün yer alması ya da sokakta oynayan çocukların ağzında şarkı olarak mamülün sloganının dolaşması önemli değildir. Önemli olan mesajın tüketiciye o mamülün satın alınması için verilmesidir. İşte yaratıcılık buradadır."

Ali Pasiner'in reklam düşünmediği zamanlarda balık/deniz düşündüğü kesindi. Sanki daha o yıllardan itibaren, sonraları art arda yayınlayacağı balıkçılık kitaplarının altyapısını oluşturuyordu. Fırsat buldukça, özellikle ABD'deki bir takım kişi ve kurumlarla bu konudaki dirsek temasını aralıksız sürdürüyordu. Bir yandan da Milliyet'in pazar ekine her hafta bir balık türünü kapsamlı olarak tanıttığı yazılar, ansiklopedilere balıkçılıkla ilgili maddeler yazıyordu. 1986 yılında Tim Severin'in "Argo" isimli teknesiyle “Ulysses” gezisine de katılan Pasiner sadece Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz’de değil, Atlantik ve Pasifik okyanuslarında, Kuzey Denizi, Meksika Körfezi ve Kızıl Deniz’de de avlanmıştı.

1939 yılında İstanbul'da doğan Pasiner 2003 yılı Nisan ayında kalbine yenik düştü ve yine İstanbul'da vefat etti. Teşvikiye Camisi'nden uğurladık onu (da)...


Ben, 30 yılı aşkın bir meslek yaşamından sonra reklamcılığa veda eden ve son yıllarını editörlük yaparak geçiren Ali Pasiner'i hep bir fotoğrafıyla hatırlayacağım: Çanakkale'ye "dalmaya" gittiklerinde, dostlarıyla birlikte vurdukları kocaman bir Akya'yı biraz da zorlanarak kucakladığı ve objektife "Bunu biz yakaladık, ne haber!" der gibi baktığı fotografıyla...

(Fotograflar: Bülent Şentay'ın arşivinden)

2 Aralık 2008 Salı

Attila Öğüd'ün Arşivinden...

Değerli dost Gürül Öğüd, geçtiğimiz günlerde annesini ziyaret etti ve bir sandığı "karıştırırken" rahmetli babası Attila Öğüd'den kalan son derece değerli ve önemli bir arşive ulaştı. Bunları bizimle paylaşma inceliğini gösterdiği için kendisine teşekkür ediyoruz.

İlk aşamada Gürül dostumuzdan gelen fotograflara yer veriyoruz TREV'de... Kimler yok ki fotograflarda? Attila Öğüd, Eli Acıman, Doğan Gündüz, Yüksel Dinçel, Nezih Demirkent, Zühtü Sezer, Nazar Büyüm, Ersin Salman, Mustafa Kamer, Ferit Edgü, Faruk Atasoy, Atilla Aksoy...