18 Ekim 2015 Pazar
5 Ağustos 2015 Çarşamba
26 Haziran 2015 Cuma
8 Mayıs 2015 Cuma
Fahrettin Erçer
Cenazesi dün, 7 Mayıs 2015 Perşembe günü öğle namazından sonra İzmir Çeşmealtından kalktı.
Serdar Erçer ve ailesine başsağlığı diliyoruz. İleride Fahrettin Erçer'e ait görseller ve bilgiler gireceğiz.
9 Mart 2015 Pazartesi
Yalçın Atlı 1946 - 7 Mart 2015

(Pınar Okay'dan aldığımız bilgiler)
16 Mart 2014 Pazar
31 Ekim 2013 Perşembe
Nejat Soyer (14 Haziran 1949-24 Ekim 2012)
24 Şubat 2013 Pazar
Salih Ecer (1954-23 Şubat 2013)

Evinde rahatsızlandıktan sonra kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiren reklamcı ve şair Hüseyin Salih Ecer'in Bebek Camisi'nde öğle vakti yapılan cenaze törenine, ailesi ve yakınlarının yanı sıra çok sayıda arkadaşı katıldı. Ersin Salman, Işıl Kasapoğlu, Ilgın Su, Mustafa Atalay, gazeteci Hasan Cemal ve Galatasaray Kulübü ikinci başkanı Ali Dürüst de törene katılanlar arasındaydı.
Salih Ecer, vasiyeti üzerine; Kilyos Demirciköy Mezarlığı'nda, 2004 yılında yaşamını yitiren Galatasaray Lisesinden arkadaşı yazar, sanatçı ve reklamcı Mehmet Günsür'ün mezarının hemen yanında toprağa verildi.
1954'te Ankara'da doğan Salih Ecer, 2001'de Fransa'da, "yaşayan dünyanın en iyi sekiz şairi" arasında seçilmiş ve Paris George Pompidou Kültür Merkezi'nde Fransızcaya çevrilen şiirleri okunmuştu.
Salih Ecer'in yayınlanmış kitapları şunlar: İhtimalen (1993), Seferi (1998), La Derniere Langue des Sumeriens etait le Serpent (Sümerlerin Sonuncu Dili Yılancaydı) (2001), Neremdesin Beni Üzenler (2001) ve Beni Yutkunmaya Sevk Eden Bir Erkeklik Hali Sezdim (2003)
ERSİN SALMAN YAZDI: SALİH VE MEHMET VE KARANFİLLER
Bebek'te hemen herkes vardı. Şairi şuarası, reklamcısı gazetecisi, Türkiyelisi Avrupalısı, TİP'lisi tipsizi, hemen herkes vardı... Sevenleri sevgilileri dostları yoldaşları...
Güzelim kızı da oradaydı: MAYA. Doğduğunda görmek için taa Paris'e gitmiştim, bir daha da görememiştim. Koskocaman olmuş. Annesi Ayperi, kızına dedi ki: Bak senin adını bu Abi koymuştu, bu, Ersin Abi...
Evet, öyle olmuştu, dedesi Güneş'i (Karabuda) "Maya" adına razı etmek için de az dil dökmemiştik üstelik.
Canım Mustafa Atalay "TİP'Lİ ARKADAŞLARI" yazan bir çelenk yaptırmayı ihmal etmemiş, herkes çok duygulandı.
Sonra oradan taa Kilyos taraflarına, Demirciköy'e gittik. Öyle istemiş Salih. Mehmet Günsür'ün hemen yanına bir yatak sermişler, oraya yattı.
Artık geceleri rakı mı içerler, şarap mı, bilemem. Keşke bir öte yer mümkün olsaydı da, iki kadeh atabilselerdi, ne hoş olurdu! Arada biz de giderdik.
Bir çiçekçiden kırmızı karanfiller aldık, pay ettik ikisine. Hoca sağolsun, duayı kısa kesti, yorganı da çabucak örttüler.
Onları oracıkta bıraktık, hayata devam ettik. Işıl Kasapoğlu bile matarasından arada bir viski çeke çeke uçağa doğru yola çıktı, İzmir yönüne.
Ha bu arada, epeydir görmüyordum, Ilgın saçlarını uzatmış, daha da yakışıklı, daha da hoş olmuş.
Uğraş Salman'ın çektiği resimleri, bir de şiir yolluyorum. Resimde görülüyor, yahu ben de epey yaşlandım sayılır.
Sizlere sevgiyle, Salih'le Mehmet'e özlemle...
KARANFİLLER KARDEŞ PAYI
On kırmızı karanfil aldım
Esmeralda’dan
üçü Mehmet’e
yedisi Salih’e
O taze ölü
24 Şubat 2013
Pazar Demirciköy
Ersin Salman
(www.turnusol.biz'den alınmıştır.)
29 Ekim 2012 Pazartesi
1 Mayıs 2012 Salı
23 Mart 2012 Cuma
20 Mart 2012 Salı
17 Mart 2012 Cumartesi
Yüksel Dinçel
Yıl 80'lerin sonu. Reklamcılar Derneğinin Gayrettepe'deki ofisinde bir Yönetim Kurulunun sonu: Sohbete sıra gelmiş, başkan Chivas Regal'i açtırmış.
Aslı'nın yanında oturan sırtı dönük kişi Bülent Güray. Onun kafasının hemen ucundan rahmetlik Eli Acıman görünüyor. Onun sağında ben, benim sağımda Ersin Salman... Muammer Öztat (rahmetlik) içkisini yudumluyor.
Onun sağında, ne yazık ki fotografta çok az görülebilen, geçen gün [tarih? Mart 13?] kaybettiğimiz Yüksel Dinçel... Sektörün Yüksel abisi... Espri yüklü, neşeli bir büyüğümüzdü.
18 Eylül 2011 Pazar
Ahmet Erülgen
Canım dostum Ahmet Erülgen, reklam filmi yapımında sektörün gördüğü en yetenekli ve zevkli yapımcı-sanat yönetmenlerindendi. Eşi Zerrin Erülgen ile müthiş bir takım oluşturuyorlardı.
Birlikte yaptığımız, Umur Turagay'ın yönettiği Uno 'Eloğlu' filmi, tüm zamanların en az oynamış ama en çok hatırlanın filmlerinden.
Son zamanlarda Zerrin Erülgen ile birlikte birbirinden güzel seramik figürler tasarlayıp üretiyorlardı. Alaçatı'da hâlâ açık bir küçük sergileri var. Haluk Mesci
Ahmet Erülgen'in yaşam ve meslek öyküsü şöyle:
10 Eylül 2011 Cumartesi
Tuncer Bicioğlu (1939-2011)

Basın ve reklam dünyasının önemli isimlerinden olan ve uzun yıllar, Hürriyet ve Sabah gruplarında yöneticilik yapan Tuncer Bicioğlu 10 Eylül 2011 günü vefat etti.
Basın Şeref Kartı sahibi, Basın Konseyi üyesi, Reklamcılar Derneği kurucularından ve ilk onur üyelerinden, Galatasaray Kongre üyesi Tuncer Bicioğlu, evinde fenalaşarak aramızdan ayrıldı.
3 Mayıs 1939 İsparta doğumlu olan Tuncer Bicioğlu, iki çocuk babasıydı.
Tuncer Bicioğlu, 7 Eylül Çarşamba günü Amerikan Hastanesi'nde ameliyat olmuş, 8 Eylül’de ise taburcu edilmişti.
Galatasaray Lisesi'nde okuduğu yıllardan itibaren gazeteciliğe gönül veren Bicioğlu, 16 yaşında ofisboy olarak gazete koridorlarında koşuşturmaya başlamış, daha sonra gazetecilik okumuştu. Uzun yıllar yazı işlerinin çeşitli kademelerinde görev yaptı. Yeni Sabah, Zafer, Tanin, Hürriyet, Güneş, Günaydın, Akşam gazetelerinde çalıştı. 1988’den itibaren Sabah grubunun reklam grubunda çalışan Bicioğlu, geçtiğimiz Mayıs ayında emekli olmuştu.
3 Mayıs 1971’de Erol Simavi’nin teşvikiyle Türkiye’nin ilk basın reklam müdürü olan Bicioğlu, sektörün kurumsallaşmasında ve seri ilanlar piyasasının oluşmasında öncülük etmişti.
5 Eylül 2011 Pazartesi
26 Ağustos 2011 Cuma
Seyhan Erözçelik
Uzaylı Yazılar 18 : Seyhan.
Çok zamandır Seyhan’ı (Erözçelik) o kadar özlüyorum ki. O yüzden affınıza sığınarak eski bir yazıyı tekrar yayınlıyorum.
Beynelmilel bir tedhişçiydi Seyhan.
“Sansar”dı o ve İstanbul’u çok severdi; “ustam” dediği Kavafi (s’yi yazmazdı o, telaffuz edilmez diye; ama Ece gibi Kavafoğlu da demezdi) gibi, “poli” derdi (yine s’yi yazmazdı, telaffuz…). “Poli” de onu severdi, taa Vüzantion zamanından beri. Nerden belli diyenlere şöyle cevap vereyim: Hangi imparatorluk başkentinde, hangi başkentin en şaşalı sarayında, o büyük sarayın hangi mozaiğinde bir sansar tasviri bulunabilir ki? Hani ayı bulunur, tavşan bulunur, maymun falan da bulunur da, sansar? Var ama işte… Sultanahmet’te, şimdi el içi kadar kalmış Bizans’ın sarayının taban mozaikleri müzesinde, alt katta, merdivenden inince loş olan sağ tarafa doğru, en sonda, bir sansar mozaiği bulunur. Demem o ki, Seyhan bu şehrin eskisidir.
Galiba bir yelkenliyle gelmişti şehre. Karadeniz kıyılarından, cebinde “Butler Yeats”le, alarga; her küçük korsan gibi musiki, dil ve hesap bilgisi dersleri almıştı. O zamanlar yeis içinde değildi daha. Sonraları, korsanlığının kan-içiçi dönemlerinde, bu dersler, içlerine acı-tatlı anılar kaydettiği birçok seyir ve hâtıra defteri tutmasına yaradı. O defterler, aradan yıllar ve yeis gelip geçince, eski bir korsanın yegâne definesi olarak kaldı.
Seyhan Erözçelik yok artık.
89 yılı, yağmurlu bir akşamüstü, Başar’ın arabası Behçet’teydik; Başar, Atılgan, ben. “Seyhan diye biri var”, dedi Atılgan, “gidip onu alalım”. Tanımıyoruz. Harbiye’ye gittik, Reklamevi’nin önüne. Onu aldık. Sonra da “öbür adamı da alalım”, dedik. Onu da aldık, Hilton’un karşısından. Ortaköy’e gittik. Böyle kaptan köşküne benzeyen bir yere çıktık (korsanlıktan olsa gerek, hep böyle yerleri severdi; Amasra’da da böyle bir meyhane kuytusu bulmuştu). İçtik. Konuştuk. Sanırım şöyle bir şeyler dedi: “Kim ne derse desin, mazi zaten bir yangın yeridir ve bazılarının kalplerinde orijinal ve derin bir yaradır.”.
Sonra “13 Mart faciası”, Kubilay, Esra, fadolar, helikopter pistleri, net olmak lazımlar, falan filan… O yıl, Hayâl Kumpanyası yayımlandı. Bülent Erkmen’in müthiş tasarımıyla (gördüğüm en güzel kitaplardan biridir, hâlâ). Kitabın şiirlerinden söz etmeyeceğim: Okuyun zaten. Ama o ilk baskıyı da görmüş olanlar bilir: İçeride Mister No’nun bir sayısından alınma üç sayfa vardır. O sayfalarda Jerry Drake, o her zamanki şarkısını (“Hayat ne güzel ne hoş / Durma sevgiline koş”) söylemez; bir yangına bakmaktadır, arkada bir gramofondan Verdi’nin Rigoletto’sundan bir arya yükselir: “La donna è mobile”. Hadi hepsini yazayım sözlerin: “Kadın oynaktır… Rüzgârdaki tüy gibi değişkendir düşüncesi… Daima sevilir hilekâr yüzü, ağlarken veya gülerken aldatır sizi… Daima zavallıdır ona inananlar, sağduyudan yoksundur ona güvenenler… Yine de hissedilemez hiçbir yerde bu mutluluk… Onun göğsüne yaslanıp, aşka âşık olunur…” Polis müdürü geç kalmıştır, yangını seyreden Mister No’ya sorar, “Puxa vida! Neler oluyor? Bu da nesi? Ne yanıyor?” Cevap: “Geçmiş… …, geçmiş yanıyor.”.
Aşka âşıktı Seyhan ve geçmişle bir derdi vardı. Hep oldu. Geçmişin geçebileceğine inanamaz gibiydi. Zamanın da geçebileceğine hiç inanmadı galiba. Biriktirdiği o binlerce nesne, kendi deyimiyle “teferruat”, yazdığı yüzlerce şiir, sevdiği kadınlar, dostları, gecenin bir saatinde açtığı telefonlar, “Mediha”yı söylemesi, “Ya evde yoksan”ı dinletmesi, hepsi, geçmişin geçişine karşı koymak için geliştirdiği “sansar” stratejilerdi.
O bu hayatı çok sevdi; mümkün olsa Conrad gibi giderdi, Mister No gibi her barda kavga çıkarır, Corto Maltese gibi “cool” takılırdı, hatta kızı Esma Sare’nin dediği gibi “ciks” bile olabilirdi (en son buna gülüyordu, büyük sesiyle). Ama bu aşk, maalesef karşılıksız çıktı. Bir arkadaşımın dediği gibi, “hayatı onun gibi yaşayabilmek için müthiş cüretkâr olması gerekir insanın”. Kime nasıl davranılacağını iyi bilirdi: Sertti, kavgacıydı, Çeçen’di gerektiğinde. Ama alabildiğine de kibardı, hak edenlere. Heyhat: Hayat, kitaplardaki gibi şefkatli değil. Macera romanı gibi, hadi adını verelim, Pardayanlar’daki gibi yaşanır sandığımız bu hayatın da sonunda bir “son” var. Perde indi şimdi. Şiirleri kaldı Seyhan’ın, ağır hatıralar bu ağır öğle sonraları. Evini incik cincik teferruatla, nesnelerle doldurdu (Belgin o “hatıralar dükkânı”nı Noyan’ın kurduğu yazar evine göndermiş). Biliyordu esasında bütün bunların olacağını, bilmese şunları yazar mıydı? “Tesadüfün kucağına ve bıçağına doğmuş olan bizler evlerimizdeki eşyanın (hele küçükseler) ne kadar farkında olabiliriz? O teferruat gelecekte bizi kâfi miktarda tanıtabilir mi? O teferruatın evimizde bulunmasında tesadüfün hiç mi payı yoktur? Tesadüfler ilâhı Mişel Zevaco’nun dünyasında, hayatların tesadüflerin ağları arasında nasıl çırpındığına şahit olmadınız mı? Tesadüfün pabucunu dama atabilecek kudretteki insanı şimdiden selâmlıyorum.” Seyhan o pabucu çoktan dama atmıştı. Evindeki teferruatta ve hayatındaki bütün teferruatlarda tesadüfün hiç payı yoktu, diyeceğim, güleceksiniz. Gülelim. Hep beraber gülelim. O da gülerdi zaten.
O zaman şöyle bitireyim: Seyhan hep şunu söylerdi, “Asansör yapmasını bilmeyen bir millet nasıl yükselir?
1 Temmuz 2011 Cuma
Ardından - Ümit Ünal'ın Facebook'taki yazısı
Ümit Ünal Perşembe, 30 Haziran 2011, 15:31
“Olduğu gibi kurma, olduğu gibi bırakma dünyayı”
4. Şarkı, Hulki Aktunç
1990 yılında sinemamız bitmek bilmez krizlerinden birini yaşıyordu. İşsizdim ve tabii ki parasızdım. Gazetede küçük bir eleman ilanı gördüm. Yaratım/ FCB ajansı metin yazarı arıyordu. Ne olduğunu pek de bilmeden başvurdum. Faksla yolladığım özgeçmişimde yazdığım senaryolar vardı, reklamla ilgili hiç bir şey yoktu. Pek de umutlu değildim işe alınma konusunda. Ama ertesi gün bir telefon geldi, ajansın kreatif direktörü ve ortağı Hulki Aktunç beni görüşmeye çağırıyordu. Koşa koşa gittim.
Hulki Aktunç’u öykülerinden tanırdım. Bir de çeşitli dergilerde gördüğüm şiirlerinden. Her yerde çok eskiden kalma incecik, siyah beyaz bir resmini kullanırdı. Nedense ince uzun boylu biriyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Gerçek Hulki Aktunç benimle yaklaşık aynı boyda, kilolu biriydi. Bir de nedense çok ciddi, içe kapanık biri olacak sanmıştım. Oysa dün aramızdan ayrılan Hulki Aktunç çok sohbetli ve şakacı bir adamdı.
Özgeçmişimde “askerliğimi deniz katip er olarak yaptım” cümlesini okuyunca gülmüş kendi kendine “katip er” diye tekrar etmiş ve bana “Sır Katibi” kitabını hediye etmişti. İç kapağına -Ümit Ünal kardeşe, tanıştığımız yazılardan ve tanıştığımız günden, ‘denizci, katip’! - diye yazmış. 9 Temmuz 1990’mış.
Beni o gün metin yazarı olarak işe aldı. Dediğim gibi reklamla ilgili bilgim izleyici olmaktan öteye gitmiyordu. Bu yüzden iki aylık bir deneme süresince, bir deneme ücretiyle çalışacaktım. “Deneme ücreti” neredeyse benim Yeşilçam’da bir senaryodan aldığım ücrete yakındı. Sevinerek ayrıldım yanından.
Asıl sevinmem gereken şeyin iyi bir ücretle iş bulmak değil, Hulki Aktunç’un “rahle-i tedrisat”ına girmek olduğunu o gün anlamamıştım. Ertesi günden başlayarak bana ajansta bir masa verdiler. Yazar Aydın Hatipoğlu (o da geçtiğimiz sene aramızdan ayrıldı) ve yazar Sibel Türkmenoğlu ile aynı odada oturuyorduk. Yazdığım metin taslaklarını önce Aydın Bey’e okutur onun düzeltmelerini yaptıktan sonra Hulki Bey’e göstermek için odasına götürürdüm. Metni şöyle bir okur, bir iki noktaya işaret eder, diyelim iyi bir “eleman ilanı” yazmanın ne kadar zor olduğundan bahseder, sonra metni bir kenara koyar ve önünde çalıştığı bir yazıdan ya da okuduğu bir kitaptan yola çıkarak bir sohbete başlardı. Herşey hakkında olabilirdi bu sohbet: “Büyük Argo Sözlüğü”nden bir madde ya da yeni yazdığı bir şiir... Behçet Necatigil... Ece Ayhan... Bilge Karasu’nun “Kılavuz”u yayınlandığında Hulki Bey’in kitabın üzerinde aldığı uzun notları, kitabın ayrıntılarından, bilmecelerinden heyecanla, zevkle söz edişini unutamıyorum. Ben de hikayelerimi bir kitap halinde toplamaya çalışıyordum o günlerde, birkaçını okuması için vermiştim; henüz yayını bile söz konusu olmayan hikayelerimi incelikle eleştirmişti.
İncelik... Günümüzün her ne pahasına olursa olsun yiyecek zincirinde yer kapmak isteyen haydutlar toplumunda neredeyse “zayıflık”la eş tutulan ve bir tür hakarete dönüşmesine ramak kalmış bu sözcük bence Hulki Bey’i çok güzel anlatıyordu. O “Kuklasının ipi zaman hırkasının ipi zaman/ Senin küçük harflerinde unutulmuş kızlar/Bana hiç dönmesin hiç dönmesin ben beklerim” dizelerini yazarken elbette incelikli bir adamdı. Ama “zeker” kelimesinin kökenini açıklarken de ya da “skş” kökünden arapça kurallarla “sekkeş”, “müsakeşe”, “müsekkeş” gibi kelimeler uydururken de ince ve ölçülüydü.
Meraklı ve dikkatliydi. Ders verdiğim her yerde söylediğim “Bir sanatçı öncelikle dünyaya dikkatle bakmalı” lafını ondan öğrendim. Hulki Bey bir kelimenin peşinden, kökenini anlamak için yüzlerce sayfa okuyacak kadar meraklı biriydi.
Birlikte çalıştığımız Sibel Türkmenoğlu da güzel kısa hikayeler yazardı. Hulki Bey yazdıklarını bizimle paylaşmaya bayılırdı. Bazen elinde bütün gece çalıştığı bir şiirle odaya rüzgar gibi dalar, “yeni çıktı, bakın bakalım” diye gururla sayfayı gösterirdi. Onunla çalıştığım bir yıldan biraz fazla sürede, “Adresim Aynalar” kitabının ve “Şarkılar”da yer alan bazı şiirlerinin yazılışına şahit oldum. “Büyük Argo Sözlüğü”nün basılmadan önce taslaklarını bolca karıştırdım.
Hulki Bey tanıdığım en çalışkan insandı diyebilirim. Kimselere benzemeyen bir yaşama/çalışma ritmi vardı. İnanılmaz üretken yazı hayatıyla reklam ajansında yöneticiliği birleştirebilmek için; her sabah işe en erken o gelirdi. Sabah yedi gibi ajansa gelir, ajansın işlerini toplantıları öğleden sonra dörde kadar mutlaka bitirir, sonra eve gider uyur, gece uyanıp sabaha kadar kendi işlerine çalışır ve uyumadan yine ajansa gelirdi.
Sohbetlerin arasında yaramaz bir çocuk gibi parmağına uhu sıkar sonra uhuyla oynamanın ne güzel olduğunu anlatırdı küçük bir hikaye gibi.
Son derece ciddi bir edebi çözümlemenin arasına hınzırca bir dedikodu (yine edebiyatla ilgili) sıkıştırıverirdi. ARA filmimdeki “mani değil” anektodu bana Hulki Bey’den armağandır. (Bilenler bilmeyenlere anlatsın.)
İşimizin fazla olmadığı günlerde öğlen yemeğine bizi Beşiktaş’ta Hasbi meyhanesine götürür, Behçet Necatigil’in de buranın müdavimi olduğunu anlatırdı.
Onun “Erkenciğim benim/ Belkilerim, sankilerim, çünkülerim benim/ Durbakçığım, işteciğim benim” dizelerini o zamanlar aşık olduğum kıza yollamıştım. Bunu Hulki Bey’e söylemedim hiç.
Onu ilk tanıdığım günden beri çok şey değişti. En başta reklam dünyası: Artık Hulki Bey gibi reklamcılar yok. Reklam “şair ama biraz ticaretten de anlayan” insanların değil hırslı işadamlarının yaptığı bir şey oldu. Ülke değişti: Merak etmenin, herşeye dikkat etmenin, ayıpçı şakalar anlatmanın, bizzat şakanın kendisinin ve her türlü inceliğin anlaşılmadığı ve hakir görüldüğü bir ülke oldu.
Ama hala dünyaya dikkatle bakan ve sanatçı olmak isteyen biri için en büyük ders Hulki Aktunç’un bir dizesinde saklıdır bence: “Olduğu gibi kurma, olduğu gibi bırakma dünyayı”.
30 Haziran 2011 Perşembe
Hulki Aktunç (1949-29 Haziran 2011)

DİL ÜLKESİNDE DOĞAN REKLAMCI*
Hulki Aktunç'u önce "gıyaben" tanıdım. Yazdığı hikayelerden... Sonra bir raslantı: Reklamcılığa başladığım 1980 yılı onun hayatında da bir dönüm noktası olmuştu: Bir gazete ilanı üzerine redaktör "pozisyonuyla" girdiği Manajans'tan usta bir reklam yazarı olarak ayrılmış ve Yaratım'ı kurmuştu. İşte "kader" bizi on yıl kadar sonra, artık Yaratım/FCB olarak anılan bu ajansta buluşturdu.
Yaratım/FCB Şişli'de, Hür-Han'daki ofisindeydi o sıralar. İşler Pamukbank, Halk Sigorta ağırlıklı gidiyordu. Bir yandan da İbrahim Tatlıses'li "Bence BMC" kampanyasının doğum sancıları yaşanıyordu. ("Bir Yer Göstericinin Hayatı" yayınlanmak üzereydi; "Büyük Argo Sözlüğü"nün çoğu bitmiş, azı kalmıştı!)
Bana çok doğaldır ki, bugüne kadar hiç kimse "Hulki Aktunç'u iki kelimeyle nasıl anlatırsın?" diye sormadı. "Tanıştığıma memnun olduğum" insanların başında geldiğinden, onu anlatmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde, "Bu soruyu ben kendime sorayım bari!" dedim. Sordum da! Ancak çok geçmeden, iki kelimelik bir tek tanımın fazlasıyla yetersiz kalacağını farkettim. Ya da bana öyle geldi... Sonunda Hulki Aktunç'u bir "marka" olarak "ele aldım" ve ona sloganlar ürettim. Bakın, neler çıktı:
• "Merak adamı!"
• "Hızlı tempo!"
• "Sokak çocuğu!"
• "Gizli günlükçü!"
• Aslolan tümevarımdır!"
• "Ödül toplayıcı!"
• "Evreka! Evreka!"
• "Yüksek verim!"
• "Nabız tutucu!"
• "Ayrıntı ustası!"
• "Sözlük okuyucu!"
• "Zengin kaynak!"
• "Doğru-güzelci!"
• "Çağımızdan sorumluyuz!"
• "Kedici başı!"
• "İletişim, bilimdir!"
• "Fark yaratıcı!"
• "Cinsel sentezci!"
• "Tüketici önemlidir!"
• "Dil kurumu!"
• "Uyku düşmanı!"
• "Senfoni orkestrası!"
• "Biçem üretici!"
• "Zaman kıymetçisi!"
• "Türkçe'ye sevdalıyım!"
• "Okur seçici!"
• "Bilgi paylaşıcı!"
• "Beyin fırtınası!"
• "Sır katibi!"
• "Çelişki sorgulayıcı!"
• "Kalıcı mantık!"


........................
*Bu yazı ilk olarak Marketing Türkiye'nin 15 Eylül 2001 tarihli 8. sayısında, "Aydın Ger" takma adıyla hazırladığım "Bir Reklamcının Seyir Defteri adlı köşede yayınlanmıştır.