Seyhan Erözçelik
Uzaylı Yazılar 18 : Seyhan.
Çok zamandır Seyhan’ı (Erözçelik) o kadar özlüyorum ki. O yüzden affınıza sığınarak eski bir yazıyı tekrar yayınlıyorum.
Beynelmilel bir tedhişçiydi Seyhan.
“Sansar”dı o ve İstanbul’u çok severdi; “ustam” dediği Kavafi (s’yi yazmazdı o, telaffuz edilmez diye; ama Ece gibi Kavafoğlu da demezdi) gibi, “poli” derdi (yine s’yi yazmazdı, telaffuz…). “Poli” de onu severdi, taa Vüzantion zamanından beri. Nerden belli diyenlere şöyle cevap vereyim: Hangi imparatorluk başkentinde, hangi başkentin en şaşalı sarayında, o büyük sarayın hangi mozaiğinde bir sansar tasviri bulunabilir ki? Hani ayı bulunur, tavşan bulunur, maymun falan da bulunur da, sansar? Var ama işte… Sultanahmet’te, şimdi el içi kadar kalmış Bizans’ın sarayının taban mozaikleri müzesinde, alt katta, merdivenden inince loş olan sağ tarafa doğru, en sonda, bir sansar mozaiği bulunur. Demem o ki, Seyhan bu şehrin eskisidir.
Galiba bir yelkenliyle gelmişti şehre. Karadeniz kıyılarından, cebinde “Butler Yeats”le, alarga; her küçük korsan gibi musiki, dil ve hesap bilgisi dersleri almıştı. O zamanlar yeis içinde değildi daha. Sonraları, korsanlığının kan-içiçi dönemlerinde, bu dersler, içlerine acı-tatlı anılar kaydettiği birçok seyir ve hâtıra defteri tutmasına yaradı. O defterler, aradan yıllar ve yeis gelip geçince, eski bir korsanın yegâne definesi olarak kaldı.
Seyhan Erözçelik yok artık.
89 yılı, yağmurlu bir akşamüstü, Başar’ın arabası Behçet’teydik; Başar, Atılgan, ben. “Seyhan diye biri var”, dedi Atılgan, “gidip onu alalım”. Tanımıyoruz. Harbiye’ye gittik, Reklamevi’nin önüne. Onu aldık. Sonra da “öbür adamı da alalım”, dedik. Onu da aldık, Hilton’un karşısından. Ortaköy’e gittik. Böyle kaptan köşküne benzeyen bir yere çıktık (korsanlıktan olsa gerek, hep böyle yerleri severdi; Amasra’da da böyle bir meyhane kuytusu bulmuştu). İçtik. Konuştuk. Sanırım şöyle bir şeyler dedi: “Kim ne derse desin, mazi zaten bir yangın yeridir ve bazılarının kalplerinde orijinal ve derin bir yaradır.”.
Sonra “13 Mart faciası”, Kubilay, Esra, fadolar, helikopter pistleri, net olmak lazımlar, falan filan… O yıl, Hayâl Kumpanyası yayımlandı. Bülent Erkmen’in müthiş tasarımıyla (gördüğüm en güzel kitaplardan biridir, hâlâ). Kitabın şiirlerinden söz etmeyeceğim: Okuyun zaten. Ama o ilk baskıyı da görmüş olanlar bilir: İçeride Mister No’nun bir sayısından alınma üç sayfa vardır. O sayfalarda Jerry Drake, o her zamanki şarkısını (“Hayat ne güzel ne hoş / Durma sevgiline koş”) söylemez; bir yangına bakmaktadır, arkada bir gramofondan Verdi’nin Rigoletto’sundan bir arya yükselir: “La donna è mobile”. Hadi hepsini yazayım sözlerin: “Kadın oynaktır… Rüzgârdaki tüy gibi değişkendir düşüncesi… Daima sevilir hilekâr yüzü, ağlarken veya gülerken aldatır sizi… Daima zavallıdır ona inananlar, sağduyudan yoksundur ona güvenenler… Yine de hissedilemez hiçbir yerde bu mutluluk… Onun göğsüne yaslanıp, aşka âşık olunur…” Polis müdürü geç kalmıştır, yangını seyreden Mister No’ya sorar, “Puxa vida! Neler oluyor? Bu da nesi? Ne yanıyor?” Cevap: “Geçmiş… …, geçmiş yanıyor.”.
Aşka âşıktı Seyhan ve geçmişle bir derdi vardı. Hep oldu. Geçmişin geçebileceğine inanamaz gibiydi. Zamanın da geçebileceğine hiç inanmadı galiba. Biriktirdiği o binlerce nesne, kendi deyimiyle “teferruat”, yazdığı yüzlerce şiir, sevdiği kadınlar, dostları, gecenin bir saatinde açtığı telefonlar, “Mediha”yı söylemesi, “Ya evde yoksan”ı dinletmesi, hepsi, geçmişin geçişine karşı koymak için geliştirdiği “sansar” stratejilerdi.
O bu hayatı çok sevdi; mümkün olsa Conrad gibi giderdi, Mister No gibi her barda kavga çıkarır, Corto Maltese gibi “cool” takılırdı, hatta kızı Esma Sare’nin dediği gibi “ciks” bile olabilirdi (en son buna gülüyordu, büyük sesiyle). Ama bu aşk, maalesef karşılıksız çıktı. Bir arkadaşımın dediği gibi, “hayatı onun gibi yaşayabilmek için müthiş cüretkâr olması gerekir insanın”. Kime nasıl davranılacağını iyi bilirdi: Sertti, kavgacıydı, Çeçen’di gerektiğinde. Ama alabildiğine de kibardı, hak edenlere. Heyhat: Hayat, kitaplardaki gibi şefkatli değil. Macera romanı gibi, hadi adını verelim, Pardayanlar’daki gibi yaşanır sandığımız bu hayatın da sonunda bir “son” var. Perde indi şimdi. Şiirleri kaldı Seyhan’ın, ağır hatıralar bu ağır öğle sonraları. Evini incik cincik teferruatla, nesnelerle doldurdu (Belgin o “hatıralar dükkânı”nı Noyan’ın kurduğu yazar evine göndermiş). Biliyordu esasında bütün bunların olacağını, bilmese şunları yazar mıydı? “Tesadüfün kucağına ve bıçağına doğmuş olan bizler evlerimizdeki eşyanın (hele küçükseler) ne kadar farkında olabiliriz? O teferruat gelecekte bizi kâfi miktarda tanıtabilir mi? O teferruatın evimizde bulunmasında tesadüfün hiç mi payı yoktur? Tesadüfler ilâhı Mişel Zevaco’nun dünyasında, hayatların tesadüflerin ağları arasında nasıl çırpındığına şahit olmadınız mı? Tesadüfün pabucunu dama atabilecek kudretteki insanı şimdiden selâmlıyorum.” Seyhan o pabucu çoktan dama atmıştı. Evindeki teferruatta ve hayatındaki bütün teferruatlarda tesadüfün hiç payı yoktu, diyeceğim, güleceksiniz. Gülelim. Hep beraber gülelim. O da gülerdi zaten.
O zaman şöyle bitireyim: Seyhan hep şunu söylerdi, “Asansör yapmasını bilmeyen bir millet nasıl yükselir?