18 Eylül 2011 Pazar

Ahmet Erülgen

03 Ekim 1954 - 18 Eylül 2011

Canım dostum Ahmet Erülgen, reklam filmi yapımında sektörün gördüğü en yetenekli ve zevkli yapımcı-sanat yönetmenlerindendi. Eşi Zerrin Erülgen ile müthiş bir takım oluşturuyorlardı.


Birlikte yaptığımız, Umur Turagay'ın yönettiği Uno 'Eloğlu' filmi, tüm zamanların en az oynamış ama en çok hatırlanın filmlerinden.


Son zamanlarda Zerrin Erülgen ile birlikte birbirinden güzel seramik figürler tasarlayıp üretiyorlardı. Alaçatı'da hâlâ açık bir küçük sergileri var. Haluk Mesci

Ahmet Erülgen'in yaşam ve meslek öyküsü şöyle:


03.10.1954 yılında İstanbul’da doğdu.
1973’e kadar Denizli, Antalya, İzmir’de çocukluğunu ve ilk gençliğini geçirdi.
1973’de tekrar İstanbul’a dönüp İ.D.G.S.A’ye girdi. Bir yandan okurken bir yandan profesyonel fotoğraçılık ve grafikerlik yaptı.
Hep film çekmek istedi. Cüneyt Koryürek (Delta Ajans) için çalışırken Paul McMillen’la beraber ’73-’74 yıllarında ilk filimleri olan Vitra’ları siyah&beyaz televizyon için çekti.
1981 kasımın 20’sinde aşkı ve hayat arkadaşı Zerrin Deniz Erülgen ile evlendi
1983’te Telesine’ye sektörün  ilk sanat yönetmeni olarak girdi, Ocak ayının 2’sinde ilk ve tek çocuğu dünyaya geldi, Ali Erülgen.
1989’a kadar Neşet Kırcalıoğlu (Telesine) için çalıştı.
1989'da ilk uzun metrajı ‘’Dark Waters”un’ prodüktörlüğünü yaptı.
1990’da Zerrin Erülgen ile Ari Production Design şirketini kurup, yeni açılmakta olan özel TV’lere ve reklam filmlerine Dekor/Sanat Yönetmenliği çözümleri getirdi. Aynı zamanda pek çok ulusal ve uluslararası markanın stand, fuar ve toplantılarına tasarım ve uygulamalarını gerçekleştirdi.
1994 ‘de sektörün itelemesi ile Arti Film’i kurup Prodüktor olarak kendi şirketinde çalıştı. Deneyimli yönetmenler ile çalışırken genç insanlara fırsat yaratmaya gayret etti.
1998’de ailesiyle Kanada’ya göç etti. Hep yenilenen genç aklı ve yüreği ile Seneca College’dan 3D Animasyon Programını bitirdi. Okulda kalarak estetik asistanlık yaptı.
2004’te İstanbul’a dönüp Trinity Film Yapım şirketini kurdu
2006’da geçirdiği bypass ameliyatının arkasından, yeni tutkusu Pişmiştoprağı  eşiyle beraber önce yarı zamanlı daha sonra tam zamanlı olarak hayatının en tepesine koydu. Bitmeyen, artan enerjisi ve aşkıyla kısa zamanda dünya heryanından sanatçı dostları tarafından takdir edildi.
3 Kişisel sergi yaptı 2 sempozyuma katıldı
Son iki yıldır İzmir Urla’da yaşamaktaydı, evli, mutlu ve huzurluydu. Her zaman herkes tarafından sevilip sayılmıştır. Karısı ile beraber, LuckyBoy, Prenses Tayyare, Minnosh ve Tarchın ile doyumluluğu yüksek bir hayat geçirmiştir. Sevenleri tarafından her zaman özlenecek.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Tuncer Bicioğlu (1939-2011)


Basın ve reklam dünyasının önemli isimlerinden olan ve uzun yıllar, Hürriyet ve Sabah gruplarında yöneticilik yapan Tuncer Bicioğlu 10 Eylül 2011 günü vefat etti.

Basın Şeref Kartı sahibi, Basın Konseyi üyesi, Reklamcılar Derneği kurucularından ve ilk onur üyelerinden, Galatasaray Kongre üyesi Tuncer Bicioğlu, evinde fenalaşarak aramızdan ayrıldı.

3 Mayıs 1939 İsparta doğumlu olan Tuncer Bicioğlu, iki çocuk babasıydı.

Tuncer Bicioğlu, 7 Eylül Çarşamba günü Amerikan Hastanesi'nde ameliyat olmuş, 8 Eylül’de ise taburcu edilmişti.

Galatasaray Lisesi'nde okuduğu yıllardan itibaren gazeteciliğe gönül veren Bicioğlu, 16 yaşında ofisboy olarak gazete koridorlarında koşuşturmaya başlamış, daha sonra gazetecilik okumuştu. Uzun yıllar yazı işlerinin çeşitli kademelerinde görev yaptı. Yeni Sabah, Zafer, Tanin, Hürriyet, Güneş, Günaydın, Akşam gazetelerinde çalıştı. 1988’den itibaren Sabah grubunun reklam grubunda çalışan Bicioğlu, geçtiğimiz Mayıs ayında emekli olmuştu.

3 Mayıs 1971’de Erol Simavi’nin teşvikiyle Türkiye’nin ilk basın reklam müdürü olan Bicioğlu, sektörün kurumsallaşmasında ve seri ilanlar piyasasının oluşmasında öncülük etmişti.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Bedrettin Eren (1966 - 2011)


Bedrettin Eren
Markom'da birlikte çalıştığım(ız) dünyalar güzeli arkadaşımız.



26 Ağustos 2011 Cuma

Seyhan Erözçelik

Geçirdiği beyin kanaması nedeniyle önceki gün hayata veda eden şair Seyhan Erözçelik, son yolculuğuna uğurlandı.
49 yaşında yaşamını yitiren Erözçelik, Emirgan Camii'nde düzenlenen cenaze töreninin ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. 1980 kuşağının saygın şairleri arasında yer alan Seyhan Erözçelik, Yunus Nadi Şiir Ödülü'nü kazandığında 29 yaşındaydı. Şair Haydar Ergülen'le 'Şiir Atı' ve 'Üç Çiçek' dergisini çıkaran Erözçelik, 'siyasal dozu yüksek' şiirlerinin yanı sıra dilsel anlamda modern şiirde yeni arayışlarıyla tanınıyordu. 'Toplu Şiirler'le yılında 'Behçet Necatigil Ödülü'ne layık görülen şairin 'Gül ve Telve' adlı şiiri ABD'de yayınlanan 'New European Poets' adlı antolojide de yer almıştı.  (Akşam gazetesi, 26 Ağustos 2011 Cuma)











Prof Levent Yılmaz hocanın yazısı:



Uzaylı Yazılar 18 : Seyhan.

Çok zamandır Seyhan’ı (Erözçelik) o kadar özlüyorum ki. O yüzden affınıza sığınarak eski bir yazıyı tekrar yayınlıyorum.

Beynelmilel bir tedhişçiydi Seyhan.

“Sansar”dı o ve İstanbul’u çok severdi; “ustam” dediği Kavafi (s’yi yazmazdı o, telaffuz edilmez diye; ama Ece gibi Kavafoğlu da demezdi) gibi, “poli” derdi (yine s’yi yazmazdı, telaffuz…). “Poli” de onu severdi, taa Vüzantion zamanından beri. Nerden belli diyenlere şöyle cevap vereyim: Hangi imparatorluk başkentinde, hangi başkentin en şaşalı sarayında, o büyük sarayın hangi mozaiğinde bir sansar tasviri bulunabilir ki? Hani ayı bulunur, tavşan bulunur, maymun falan da bulunur da, sansar? Var ama işte… Sultanahmet’te, şimdi el içi kadar kalmış Bizans’ın sarayının taban mozaikleri müzesinde, alt katta, merdivenden inince loş olan sağ tarafa doğru, en sonda, bir sansar mozaiği bulunur. Demem o ki, Seyhan bu şehrin eskisidir. 

Galiba bir yelkenliyle gelmişti şehre. Karadeniz kıyılarından, cebinde “Butler Yeats”le, alarga; her küçük korsan gibi musiki, dil ve hesap bilgisi dersleri almıştı. O zamanlar yeis içinde değildi daha. Sonraları, korsanlığının kan-içiçi dönemlerinde, bu dersler, içlerine acı-tatlı anılar kaydettiği birçok seyir ve hâtıra defteri tutmasına yaradı. O defterler, aradan yıllar ve yeis gelip geçince, eski bir korsanın yegâne definesi olarak kaldı. 

Seyhan Erözçelik yok artık. 

89 yılı, yağmurlu bir akşamüstü, Başar’ın arabası Behçet’teydik; Başar, Atılgan, ben. “Seyhan diye biri var”, dedi Atılgan, “gidip onu alalım”. Tanımıyoruz. Harbiye’ye gittik, Reklamevi’nin önüne. Onu aldık. Sonra da “öbür adamı da alalım”, dedik. Onu da aldık, Hilton’un karşısından. Ortaköy’e gittik. Böyle kaptan köşküne benzeyen bir yere çıktık (korsanlıktan olsa gerek, hep böyle yerleri severdi; Amasra’da da böyle bir meyhane kuytusu bulmuştu). İçtik. Konuştuk. Sanırım şöyle bir şeyler dedi: “Kim ne derse desin, mazi zaten bir yangın yeridir ve bazılarının kalplerinde orijinal ve derin bir yaradır.”.

Sonra “13 Mart faciası”, Kubilay, Esra, fadolar, helikopter pistleri, net olmak lazımlar, falan filan… O yıl, Hayâl Kumpanyası yayımlandı. Bülent Erkmen’in müthiş tasarımıyla (gördüğüm en güzel kitaplardan biridir, hâlâ). Kitabın şiirlerinden söz etmeyeceğim: Okuyun zaten. Ama o ilk baskıyı da görmüş olanlar bilir: İçeride Mister No’nun bir sayısından alınma üç sayfa vardır. O sayfalarda Jerry Drake, o her zamanki şarkısını (“Hayat ne güzel ne hoş / Durma sevgiline koş”) söylemez; bir yangına bakmaktadır, arkada bir gramofondan Verdi’nin Rigoletto’sundan bir arya yükselir: “La donna è mobile”. Hadi hepsini yazayım sözlerin: “Kadın oynaktır… Rüzgârdaki tüy gibi değişkendir düşüncesi… Daima sevilir hilekâr yüzü, ağlarken veya gülerken aldatır sizi… Daima zavallıdır ona inananlar, sağduyudan yoksundur ona güvenenler… Yine de hissedilemez hiçbir yerde bu mutluluk… Onun göğsüne yaslanıp, aşka âşık olunur…” Polis müdürü geç kalmıştır, yangını seyreden Mister No’ya sorar, “Puxa vida! Neler oluyor? Bu da nesi? Ne yanıyor?” Cevap: “Geçmiş… …, geçmiş yanıyor.”. 

Aşka âşıktı Seyhan ve geçmişle bir derdi vardı. Hep oldu. Geçmişin geçebileceğine inanamaz gibiydi. Zamanın da geçebileceğine hiç inanmadı galiba. Biriktirdiği o binlerce nesne, kendi deyimiyle “teferruat”, yazdığı yüzlerce şiir, sevdiği kadınlar, dostları, gecenin bir saatinde açtığı telefonlar, “Mediha”yı söylemesi, “Ya evde yoksan”ı dinletmesi,  hepsi, geçmişin geçişine karşı koymak için geliştirdiği “sansar” stratejilerdi.

O bu hayatı çok sevdi; mümkün olsa Conrad gibi giderdi, Mister No gibi her barda kavga çıkarır, Corto Maltese gibi “cool” takılırdı, hatta kızı Esma Sare’nin dediği gibi “ciks” bile olabilirdi (en son buna gülüyordu, büyük sesiyle). Ama bu aşk, maalesef karşılıksız çıktı. Bir arkadaşımın dediği gibi, “hayatı onun gibi yaşayabilmek için müthiş cüretkâr olması gerekir insanın”. Kime nasıl davranılacağını iyi bilirdi: Sertti, kavgacıydı, Çeçen’di gerektiğinde. Ama alabildiğine de kibardı, hak edenlere. Heyhat: Hayat, kitaplardaki gibi şefkatli değil. Macera romanı gibi, hadi adını verelim, Pardayanlar’daki gibi yaşanır sandığımız bu hayatın da sonunda bir “son” var. Perde indi şimdi. Şiirleri kaldı Seyhan’ın, ağır hatıralar bu ağır öğle sonraları. Evini incik cincik teferruatla, nesnelerle doldurdu (Belgin o “hatıralar dükkânı”nı Noyan’ın kurduğu yazar evine göndermiş). Biliyordu esasında bütün bunların olacağını, bilmese şunları yazar mıydı? “Tesadüfün kucağına ve bıçağına doğmuş olan bizler evlerimizdeki eşyanın (hele küçükseler) ne kadar farkında olabiliriz? O teferruat gelecekte bizi kâfi miktarda tanıtabilir mi? O teferruatın evimizde bulunmasında tesadüfün hiç mi payı yoktur? Tesadüfler ilâhı Mişel Zevaco’nun dünyasında, hayatların tesadüflerin ağları arasında nasıl çırpındığına şahit olmadınız mı? Tesadüfün pabucunu dama atabilecek kudretteki insanı şimdiden selâmlıyorum.” Seyhan o pabucu çoktan dama atmıştı. Evindeki teferruatta ve hayatındaki bütün teferruatlarda tesadüfün hiç payı yoktu, diyeceğim, güleceksiniz. Gülelim. Hep beraber gülelim. O da gülerdi zaten. 

O zaman şöyle bitireyim: Seyhan hep şunu söylerdi, “Asansör yapmasını bilmeyen bir millet nasıl yükselir?


- - - - - - 

1 Temmuz 2011 Cuma

Ardından - Ümit Ünal'ın Facebook'taki yazısı

Hulki Aktunç: Ardından
Ümit Ünal Perşembe, 30 Haziran 2011, 15:31
“Olduğu gibi kurma, olduğu gibi bırakma dünyayı”

4. Şarkı, Hulki Aktunç


1990 yılında sinemamız bitmek bilmez krizlerinden birini yaşıyordu. İşsizdim ve tabii ki parasızdım. Gazetede küçük bir eleman ilanı gördüm. Yaratım/ FCB ajansı metin yazarı arıyordu. Ne olduğunu pek de bilmeden başvurdum. Faksla yolladığım özgeçmişimde yazdığım senaryolar vardı, reklamla ilgili hiç bir şey yoktu. Pek de umutlu değildim işe alınma konusunda. Ama ertesi gün bir telefon geldi, ajansın kreatif direktörü ve ortağı Hulki Aktunç beni görüşmeye çağırıyordu. Koşa koşa gittim.


Hulki Aktunç’u öykülerinden tanırdım. Bir de çeşitli dergilerde gördüğüm şiirlerinden. Her yerde çok eskiden kalma incecik, siyah beyaz bir resmini kullanırdı. Nedense ince uzun boylu biriyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Gerçek Hulki Aktunç benimle yaklaşık aynı boyda, kilolu biriydi. Bir de nedense çok ciddi, içe kapanık biri olacak sanmıştım. Oysa dün aramızdan ayrılan Hulki Aktunç çok sohbetli ve şakacı bir adamdı.


Özgeçmişimde “askerliğimi deniz katip er olarak yaptım” cümlesini okuyunca gülmüş kendi kendine “katip er” diye tekrar etmiş ve bana “Sır Katibi” kitabını hediye etmişti. İç kapağına -Ümit Ünal kardeşe, tanıştığımız yazılardan ve tanıştığımız günden, ‘denizci, katip’! - diye yazmış. 9 Temmuz 1990’mış.


Beni o gün metin yazarı olarak işe aldı. Dediğim gibi reklamla ilgili bilgim izleyici olmaktan öteye gitmiyordu. Bu yüzden iki aylık bir deneme süresince, bir deneme ücretiyle çalışacaktım. “Deneme ücreti” neredeyse benim Yeşilçam’da bir senaryodan aldığım ücrete yakındı. Sevinerek ayrıldım yanından.


Asıl sevinmem gereken şeyin iyi bir ücretle iş bulmak değil, Hulki Aktunç’un “rahle-i tedrisat”ına girmek olduğunu o gün anlamamıştım. Ertesi günden başlayarak bana ajansta bir masa verdiler. Yazar Aydın Hatipoğlu (o da geçtiğimiz sene aramızdan ayrıldı) ve yazar Sibel Türkmenoğlu ile aynı odada oturuyorduk. Yazdığım metin taslaklarını önce Aydın Bey’e okutur onun düzeltmelerini yaptıktan sonra Hulki Bey’e göstermek için odasına götürürdüm. Metni şöyle bir okur, bir iki noktaya işaret eder, diyelim iyi bir “eleman ilanı” yazmanın ne kadar zor olduğundan bahseder, sonra metni bir kenara koyar ve önünde çalıştığı bir yazıdan ya da okuduğu bir kitaptan yola çıkarak bir sohbete başlardı. Herşey hakkında olabilirdi bu sohbet: “Büyük Argo Sözlüğü”nden bir madde ya da yeni yazdığı bir şiir... Behçet Necatigil... Ece Ayhan... Bilge Karasu’nun “Kılavuz”u yayınlandığında Hulki Bey’in kitabın üzerinde aldığı uzun notları, kitabın ayrıntılarından, bilmecelerinden heyecanla, zevkle söz edişini unutamıyorum. Ben de hikayelerimi bir kitap halinde toplamaya çalışıyordum o günlerde, birkaçını okuması için vermiştim; henüz yayını bile söz konusu olmayan hikayelerimi incelikle eleştirmişti.


İncelik... Günümüzün her ne pahasına olursa olsun yiyecek zincirinde yer kapmak isteyen haydutlar toplumunda neredeyse “zayıflık”la eş tutulan ve bir tür hakarete dönüşmesine ramak kalmış bu sözcük bence Hulki Bey’i çok güzel anlatıyordu. O “Kuklasının ipi zaman hırkasının ipi zaman/ Senin küçük harflerinde unutulmuş kızlar/Bana hiç dönmesin hiç dönmesin ben beklerim” dizelerini yazarken elbette incelikli bir adamdı. Ama “zeker” kelimesinin kökenini açıklarken de ya da “skş” kökünden arapça kurallarla “sekkeş”, “müsakeşe”, “müsekkeş” gibi kelimeler uydururken de ince ve ölçülüydü.


Meraklı ve dikkatliydi. Ders verdiğim her yerde söylediğim “Bir sanatçı öncelikle dünyaya dikkatle bakmalı” lafını ondan öğrendim. Hulki Bey bir kelimenin peşinden, kökenini anlamak için yüzlerce sayfa okuyacak kadar meraklı biriydi.


Birlikte çalıştığımız Sibel Türkmenoğlu da güzel kısa hikayeler yazardı. Hulki Bey yazdıklarını bizimle paylaşmaya bayılırdı. Bazen elinde bütün gece çalıştığı bir şiirle odaya rüzgar gibi dalar, “yeni çıktı, bakın bakalım” diye gururla sayfayı gösterirdi. Onunla çalıştığım bir yıldan biraz fazla sürede, “Adresim Aynalar” kitabının ve “Şarkılar”da yer alan bazı şiirlerinin yazılışına şahit oldum. “Büyük Argo Sözlüğü”nün basılmadan önce taslaklarını bolca karıştırdım.


Hulki Bey tanıdığım en çalışkan insandı diyebilirim. Kimselere benzemeyen bir yaşama/çalışma ritmi vardı. İnanılmaz üretken yazı hayatıyla reklam ajansında yöneticiliği birleştirebilmek için; her sabah işe en erken o gelirdi. Sabah yedi gibi ajansa gelir, ajansın işlerini toplantıları öğleden sonra dörde kadar mutlaka bitirir, sonra eve gider uyur, gece uyanıp sabaha kadar kendi işlerine çalışır ve uyumadan yine ajansa gelirdi.

Sohbetlerin arasında yaramaz bir çocuk gibi parmağına uhu sıkar sonra uhuyla oynamanın ne güzel olduğunu anlatırdı küçük bir hikaye gibi.

Son derece ciddi bir edebi çözümlemenin arasına hınzırca bir dedikodu (yine edebiyatla ilgili) sıkıştırıverirdi. ARA filmimdeki “mani değil” anektodu bana Hulki Bey’den armağandır. (Bilenler bilmeyenlere anlatsın.)

İşimizin fazla olmadığı günlerde öğlen yemeğine bizi Beşiktaş’ta Hasbi meyhanesine götürür, Behçet Necatigil’in de buranın müdavimi olduğunu anlatırdı.

Onun “Erkenciğim benim/ Belkilerim, sankilerim, çünkülerim benim/ Durbakçığım, işteciğim benim” dizelerini o zamanlar aşık olduğum kıza yollamıştım. Bunu Hulki Bey’e söylemedim hiç.

Onu ilk tanıdığım günden beri çok şey değişti. En başta reklam dünyası: Artık Hulki Bey gibi reklamcılar yok. Reklam “şair ama biraz ticaretten de anlayan” insanların değil hırslı işadamlarının yaptığı bir şey oldu. Ülke değişti: Merak etmenin, herşeye dikkat etmenin, ayıpçı şakalar anlatmanın, bizzat şakanın kendisinin ve her türlü inceliğin anlaşılmadığı ve hakir görüldüğü bir ülke oldu.

Ama hala dünyaya dikkatle bakan ve sanatçı olmak isteyen biri için en büyük ders Hulki Aktunç’un bir dizesinde saklıdır bence: “Olduğu gibi kurma, olduğu gibi bırakma dünyayı”.

30 Haziran 2011 Perşembe

Hulki Aktunç (1949-29 Haziran 2011)



DİL ÜLKESİNDE DOĞAN REKLAMCI*
Hulki Aktunç'u önce "gıyaben" tanıdım. Yazdığı hikayelerden... Sonra bir raslantı: Reklamcılığa başladığım 1980 yılı onun hayatında da bir dönüm noktası olmuştu: Bir gazete ilanı üzerine redaktör "pozisyonuyla" girdiği Manajans'tan usta bir reklam yazarı olarak ayrılmış ve Yaratım'ı kurmuştu. İşte "kader" bizi on yıl kadar sonra, artık Yaratım/FCB olarak anılan bu ajansta buluşturdu.

Yaratım/FCB Şişli'de, Hür-Han'daki ofisindeydi o sıralar. İşler Pamukbank, Halk Sigorta ağırlıklı gidiyordu. Bir yandan da İbrahim Tatlıses'li "Bence BMC" kampanyasının doğum sancıları yaşanıyordu. ("Bir Yer Göstericinin Hayatı" yayınlanmak üzereydi; "Büyük Argo Sözlüğü"nün çoğu bitmiş, azı kalmıştı!)

Bana çok doğaldır ki, bugüne kadar hiç kimse "Hulki Aktunç'u iki kelimeyle nasıl anlatırsın?" diye sormadı. "Tanıştığıma memnun olduğum" insanların başında geldiğinden, onu anlatmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde, "Bu soruyu ben kendime sorayım bari!" dedim. Sordum da! Ancak çok geçmeden, iki kelimelik bir tek tanımın fazlasıyla yetersiz kalacağını farkettim. Ya da bana öyle geldi... Sonunda Hulki Aktunç'u bir "marka" olarak "ele aldım" ve ona sloganlar ürettim. Bakın, neler çıktı:

• "Merak adamı!"
• "Hızlı tempo!"
• "Sokak çocuğu!"
• "Gizli günlükçü!"
• Aslolan tümevarımdır!"
• "Ödül toplayıcı!"
• "Evreka! Evreka!"
• "Yüksek verim!"
• "Nabız tutucu!"
• "Ayrıntı ustası!"
• "Sözlük okuyucu!"
• "Zengin kaynak!"
• "Doğru-güzelci!"
• "Çağımızdan sorumluyuz!"
• "Kedici başı!"
• "İletişim, bilimdir!"
• "Fark yaratıcı!"
• "Cinsel sentezci!"
• "Tüketici önemlidir!"
• "Dil kurumu!"
• "Uyku düşmanı!"
• "Senfoni orkestrası!"
• "Biçem üretici!"
• "Zaman kıymetçisi!"
• "Türkçe'ye sevdalıyım!"
• "Okur seçici!"
• "Bilgi paylaşıcı!"
• "Beyin fırtınası!"
• "Sır katibi!"
• "Çelişki sorgulayıcı!"
• "Kalıcı mantık!"




........................
*Bu yazı ilk olarak Marketing Türkiye'nin 15 Eylül 2001 tarihli 8. sayısında, "Aydın Ger" takma adıyla hazırladığım "Bir Reklamcının Seyir Defteri adlı köşede yayınlanmıştır.

Hulki Aktunç

13 Şubat 2011 Pazar

Murat Çetintürk (1968-2011)


Rafineri’nin kurucularından Murat Çetintürk Brezilya’da bir trafik kazasında 12 Şubat 2011 günü hayatını kaybetti.

1968 doğumlu reklamcı, kariyerine Kalemler adlı ajansta başladı. Ardından Alice/BBDO’da 8 yıl kaldıktan sonra RPM/Radar’a geçti ve 4 ay çalıştı.

Bir süre de Total’de görev yapan Çetintürk oradaki arkadaşlarıyla Rafineri’yi kurdu. Ağustos 2001′den bu yana Rafineri’nin yaratıcı yönetmenliğini yapıyordu.

(Kaynak: elmaaltshift.com)



http://www.fikiratolyesi.com/2006/09/07/murat-cetinturk-yaratici-yonetmen/

http://www.milliyet.com.tr/reklam-dunyasini-yasa-bogdu/yasam/haberdetay/13.02.2011/1351602/default.htm

13 Ocak 2011 Perşembe

Eli Acıman (1919-2011)


"Ülkemizde reklamcılığı başlatan benim" diye bir iddiam yok. Ancak, ilk ajansım Faal'in tescili için 1943 yılı sonlarında İstanbul Ticaret Odası'na gittiğimde, görevli memurun pek çok sorudan sonra yönelttiği "Mesleğiniz" sorusunu "Reklamcı" diyerek yanıtladığımda yüzünün aldığı ifadeyi hala unutamıyorum. "Bir bu eksikti" dercesine bakışı, beni küçümseyerek süzüşü ve meslek hanesine "KOMİSYONCU" yazışı... Dün olmuş gibi gözlerimin önünde. Sektörümüz açısından bu olay, belki tarihi bir gösterge olabilir."

(Hayatımız Reklam, Türkiye'nin Reklam Ustalarıyla Söyleşiler, Pelin Özkan, MediaCat, 2004)

http://farklirenkler.com/index.php?option=com_content&view=article&id=74:eli-acman&catid=40:biyografi&Itemid=68



ARDINDAN...




12 Kasım 2010 Cuma

Sacit Onan


Yönetmen, şair ve seslendirme sanatçısı Sacit Onan, 12 Kasım 2010'da İstanbul, Beşiktaş'taki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

İstanbul'da 1945 yılında doğan Onan, sanat hayatına 1962 yılında tiyatro ve sinema çalışmalarıyla başladı. İstanbul Şehir Tiyatrosu aktör ve yönetmenlerinden merhum Sami Ayanoğlu'nun gözetiminde dublaj sanatçısı olarak ilk filmini seslendiren Onan, Türk sinemasında dört yıl yönetmen asistanlığı ve özel tiyatro oyunculuğu yaptı.

1971 yılında açılan sınavı kazanarak TRT'de kadrolu spiker ve redaktör olarak görev alan Onan, o yılların yabancı belgesellerinden ''Savaşan Dünya'', ''Kaptan Cousteau'' ve ''İpek Yolu'', yerli yapımlardan ise ''Toprak ve İnsan'', ''Keçenin Teri'', ''Fırat'ın Türküsü'', ''Su ile Gelen Kültür'', ''Karadeniz'den Çeşitlemeler'' isimli yapıtlara ses verdi.


Onan, ''Kır Yoksullarının Türküsü'', ''Madenlerin Devletleştirilmesi'', ''Balyanın Taşı Toprağı Kurşun'' ve ''Güney Antalya Projesi-Yasak Deniz'' gibi sosyal içerikli belgesellerde hem seslendiren hem de yönetmen olarak çalıştı. 1975 ve 1991 yıllarında siyasi propaganda filmlerinin yapım ve yönetmenliği ile birlikte seslendirme çalışmalarını üstlenen Onan, başarılı reklamlara imza attı.

Bugüne kadar pek çok reklam filminin yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlenen Onan, ayrıca çok sayıda reklam filmi seslendirdi.



(Kaynak: Medyatava)

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Füsun Akatlı

Ankara'da dünyaya gelen ve edebiyat, felsefe yazıları ve incelemeleriyle tanınan Füsun Akatlı Ankara Üniversitesi’ndeki felsefe eğitiminin ardından doktorasını Hacettepe Üniversitesi’nde yapmış, bir süre bu okullarda ders vermişti.

80’li yıllarda önce reklam yazarlığı (Manajans, Ajans Ada, Markom), daha sonra İstanbul Şehir Tiyatroları’nda dramaturgluk yapan Doç. Dr. Füsun Akatlı, Yeditepe Üniversitesi’nin tiyatro bölümünü kurdu.

Edebiyat dünyasının sevilen isimlerinden olan Füsun Akatlı, felsefe, edebiyat kadar tiyatro üzerine de yazı ve çalışmalar yapmış, onun üzerinde kitap yayımlamıştı. Akatlı, 2004’te Memet Fuat Deneme Ödülü’nü almıştı.

Varlık, Söz, Politika, Milliyet Sanat, Radikal kitap gibi çok sayıda gazete ve dergide yazıları yayımlanan Akatlı, en son Cumhuriyet gazetesine yazıyordu.

4 Temmuz 2010'da aramızdan ayrılan Füsun Akatlı’nın şair Metin Altıok’la evliliğinden bir kızı var.

8 Mart 2010 Pazartesi

Batu İşmen


(7 Nisan 1941 - 7 Mart 2010)

3 Mart 2010 Çarşamba

Benjamin Pinhas

Türk reklam tarihine damgasını vurmuş olan Eli Acıman, gazetecilik okuduğu Paris'ten İstanbul'a döndükten sonra Vitali Hakko'nun isteği üzerine ilk reklamını Şen Şapka için hazırladı. Yıl 1943'tü.

Acıman, bir yıl sonra Vitali Hakko ve Mario Began ortaklığı ile Sultanhamam Selvili Çıkmazı'nda Vitali Hakko'ya ait penceresiz bir depoyu ofis olarak kullanan Faal Reklam Acentesi'ni kurdu (Bu ortaklık 1950 yılına kadar sürecekti).

Faal Reklam'ın sahibi Eli Acıman 1946 yılında Vehbi Koç ile tanıştı ve o günlerde Koç-Fermeneciler, Koç-Beyoğlu ve Koç-Lastik şubeleriyle faaliyette bulunan KOÇ sirketinin reklam İşlerini aldı.

Böylece birdenbire kapsamlı iş imkanına kavuşan Faal, kadrosunu genişletmek üzere harekete geçti. Bu amaçla, part-time çalışmak üzere yabancı dil bilen reklam yazarı olarak Afif Erdemir işe başladı.

Bu sırada firmanın art direktörlüğünü Nesim Natan yürütüyordu. Muhasebeden sorumlu kişi ise Benjamin Pinhas'tı. Faal Reklam, bu kısıtlı kadro ile yılda 100 bin lira ciro yapıyordu.

Daha sonra Manajans'ın yönetim kurulunda da görev alan Benjamin Pinhas 24 Şubat 2010 günü yaşama veda etti.

16 Ekim 2009 Cuma

Fazıl Irmak Tülbentçi


Reklam sektörünün ve basının yakından tanıdığı, herkesin Irmak ağabey'i.

Admar'ın kurucularından. Yeni Asır Gazetesi'nde uzun yıllar Art Direktör olarak görev yaptı. Sabah Gazetesi'nin kurucu kadrosu içinde yine art direktör olarak yer aldı. Sabah'ın reklam şirketi Medi Grup'ta Genel Müdür Yardımcılığı, ardından Merkez reklamda yöneticilik yaptı.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Mithat Çınar

15 Haziran 2009 günü kaybettiğimiz Mithat Çınar 17 Mart 1962'de Bulgaristan'ın Rusçuk şehrinde doğdu. İlkokulu Bulgaristan'da, ortaokul ve liseyi İstanbul'da okudu.

1985 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü'nden mezun oldu. 1986'da Viyana Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'na bir süre devam eden Çınar, Mimar Sinan Üniversitesi'nde başladığı yüksek lisans tezini yarıda bıraktı.

Reklamcılığa 1985 yılında Letra'da Onat Kutlar ve Kenan Dimetoka'nın yanında grafiker olarak başladı. Daha sonra Güzel Sanatlar, Saatchi & Saatchi, Cenajans-Grey'de sanat yönetmenliği, Om Ajans ve Moran-Ogilvy'de yaratıcı yönetmenlik yaptı.

1992-1994 yılları arasında Mimar Sinan Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Everest ve Alfa yayınevlerinde sanat danışmanlığı yaptı. Çok sayıda kitabın kapağını hazırladı, dergilerin görsel tasarımlarını üstlendi.


Mithat Çınar son olarak Haliç Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarımı Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak çalışıyordu.

14 Haziran 2009 Pazar

Necip Akar

Necip Akar pazarlamaya ve marka iletişimine inanan ilk bilinçli reklamverenlerdendi. Daha 1930'lu yıllarda, bazıları bugün de yaşayan markalar yarattı: Necip Bey, Opon, Nevrozin, Fay, Puro, Gripin...

1904 yılında Nizip'te doğan ve beş yaşında ailesiyle birlikte İstanbul'a gelen Akar ilk tahsilini Kadıköy'de yaptıktan sonra Vefa Lisesi'ni bitirmiş ve 1924 yılında Eczacılık Okulu'ndan mezun olarak iş hayatına atılmıştı. Akar sıfırdan başladığı iş hayatında, kısa sürede ülkenin önde gelen iş adamlarından biri olmuştu. Uçakla İstanbul semalarında reklam yapma ve küçük numune paketleri dağıtma gibi o günlere kadar akla gelmeyen değişik reklam ve pazarlama tekniklerinin ülkemizdeki ilk uygulayıcısıydı aynı zamanda.

Necip Akar Eczacılık Okulu'ndan mezun olup askerlik görevini tamamladıktan sonra altı ay kadar Ankara'da Eczacı Hüsnü Bey'in eczanesinde çalıştı. Burada da bazı yeni bilgiler edinerek ağabeyi Cemil Akar ile ortak oldu. İki kardeş önce Şampuan Cemil, Necip Bey Kremi ve Necip Diş Macunu adını verdikleri müstahzarlarını üretmeye başladılar.

Çok geçmeden Necip Bey Kremi'nin üretimini durduran kardeşler, Necip Diş Macunu'nun formülünü de değiştirdiler. Çünkü Necip Akar bu kez daha bilimsel ve ideal bir formül hazırlamıştı. 28 temmuz 1927 tarihinde ruhsatını aldıkları bu ürüne Radyolin markasını uygun gördüler. Bu yeni diş macununun adı da, formülü de fazlasıyla ilgi çekti. Türkiye çapında afişlerle tanıtılan Radyolin bir ayda Necip Diş Macunu'nun iki yılda yapabildiği satışa ulaştı. Yılda yarım milyon adet satılır hale geldi.

Çalışkan ve araştırmacı bir kişiliğe sahip olan Necip Akar, o kış bütün ülkeyi saran grip ve nezle salgınını iyi "değerlendirdi" ve grip hastalığını en hızlı ve pratik yoldan tedavi edebilen ve tek ambalaj halinde satılan bir formül hazırladı. Gripin adını verdiği ve aynı zamanda ağrı kesici olarak da etki gösteren bu ilacın ruhsatını da 23 Ocak 1935 tarihinde aldı.


Gripin'in grip, nezle, soğuk algınlığı, romatizma ve her türlü ağrıyı tedavi edici etkisi Türk insanı tarafından kısa sürede kabul gördü ve "Bir Gripin al, bir şeyin kalmaz" sloganı dilden dile yayıldı. Her yerde bulunabilmesi, ucuzluğu, tek ambalaj halinde satılması gibi avantajları Gripin satışlarının adeta rekor düzeylere ulaşmasını sağladı.

Ağabeyi Cemil Bey, radyolin'i alarak 1950 yılında ortaklıktan ayrılınca tek başına kalan Necip Akar çalışmalarını ara vermeden sürdürdü. İthal sabunların yerine halkın ihtiyacı olduğunu düşündüğü bir el ve vücut sabunu formülü hazırlayarak Puro Temizlik Sabunu adıyla piyasaya verdi. Ülkemizdeki bu ilk yerli tuvalet sabunu da tıpkı Gripin gibi kısa zamanda tanındı; çok satılan ve aranan bir ürün oldu. Öyle ki, birinin çok temiz olduğunu belirtmek için, köyde-kentte, "Tabi ne demezsin, Puro sabunu ile yıkanmış" ifadesi kullanılıyordu.


Eli Acıman'ın Faal Ajans'ıyla işbirliği içinde olan Akar için, o yıllarda ajansta çalışan Demir Parmaksızoğlu şunları anlatmıştı:

"...Türkiye'ye reklamın gelmesinde işverenlerin büyük rolü olmuştur. Bunların başında, Allah rahmet eylesin, Necip Akar Bey vardı. Reklamın yararına inanmış bir başka kişi, bay Vitali Hakko vardı. O zaman yeni çıkan "zipaton" denilen bir nevi tramlı kağıt vardı. Faal Ajans'tayken Necip Bey her sabah bize gelir, ressamlarımızı bu kağıdı kullanmaları için ikaz ederdi. Bir de kardeşi Cemil Akar vardı. Hatta ona Radyolinci Cemil, Necip Bey'e de Gripinci Necip derlerdi."

Necip Akar 18 Haziran 1957'de ve henüz 53 yaşındayken bir deniz kazası sonucu veda etti yaşama.

(Görseller: Bülent Şentay arşivi)

20 Ocak 2009 Salı

Gürkal Aylan

20 Ocak 2009...
Sevgili Gürkal, hiç zamanı değilken, bizlere "Allahaısmarladık" dedi. Gürkal Aylan: 1981

http://www.mediacatonline.com/Home/HaberDetay/?haberid=49968

18 Ocak 2009 Pazar

Erdoğan Arman

Hürriyet gazetesi reklam müdür yardımcısı Erdoğan Arman kanser hastalığı sonucu 3 Ocak 1983'te yaşama veda etti.

Hürriyet'e muhabir olarak giren Arman, çalışkanlığı ve dürüstlüğü sayesinde kısa zamanda gazeteciler camiasında sevilen ve sayılan bir meslektaş olmuştu.

Arman 4 Ocak günü Nuruosmaniye Camisi'nde yapılan törenden sonra toprağa verildi. Caminin avlusundan alınan cenazesi Hürriyet gazetesinin önüne kadar eller üzerinde getirildi. Gazete binası önünde yapılan son uğurlama töreninde gazetenin genel müdür yardımcısı Arda Gedik kısa bir konuşma yaptı.

Hürriyet çalışanlarının çiçeklerle uğurladığı Arman'ın cenaze töreninde ailesi ve mesai arkadaşları gözyaşlarını tutamazken, çok sayıda reklam ajansı bizzat yöneticileri ya da çelenkleriyle hazır bulundu.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Ömer Faruk Günaydın

Milliyet gazetesi reklam müdürü Ömer Faruk Günaydın yakalandığı kanser hastalığına yenildi ve 30 Temmuz 1982 günü yaşama veda etti.

Gazeteciliğe 1961 yılında Milliyet'te başlayan Günaydın, gazetenin çeşitli servislerinde görev yapmış, daha sonra Milliyet gazetesinin reklam müdürlüğüne getirilmişti.

Günaydın'ın cenazesi 2 Ağustos 1982 Pazartesi günü Milliyet gazetesinin önünde yapılan törenin ardından Feriköy Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Kemal Tecer

Efes Pilsen'in Ajans Ada çatısı altında yaratılan, "Bira bu kapağın altındadır" sloganlı kampanyasının tarihe mal olduğunu söyleyenler haklıdır. Kampanyanın televizyon filmleri aradan geçen yıllara rağmen hala akıllarda.

Filmlerde rol alan dört biracıdan ikisi bugün aramızda değil. Bunlardan biri, daha önce TREV'de kendisini andığımız tiyatro oyuncusu Mete Sezer, diğeri ise çok genç yaşta hayata veda eden Kemal Tecer.

Biracıların nasıl bir araya geldiğini, Kemal Sezer'in Reklamcılık Vakfı Yayınları'ndan çıkan "Reklamın Sokak Çocuğu - Ersin Salman'ın Yaşamöyküsü" adlı kitabından ve Haluk Mesci'nin çeşitli kaynaklarda yer alan anılarından yararlanarak özetleyelim.

İlk biracı kolayca seçiliyor: Daha önce Merbolin filmlerinde de oynayan tiyatrocu Mete Sezer. İkinci biracı Ajans Ada çalışanlarından Semih Polat oluyor. Üçüncü biracı olarak Nokta ile Virgül'den Enver Demirkan'da karar kılınıyor. Dördüncü biracı ise Ajans Ada'nın karşı kaldırımındaki bir kahvede bilardo oynarken "keşfediliyor." Genç, sakallı, sürekli blazer ceket giyen biri bu. Adı Kemal Tecer...

Hemen ajansa çağırıyorlar Tecer'i, Ersin Salman'la görüşüyor. Salman'ın gözü bu sevimli adamı tutuyor, böylece dört biracı tamamlanıyor.

Ne var ki, TRT kendisine reklamlarda oynama yasağı getirince Enver Demirkan'ın Efes Pilsen macerası kısa sürüyor, ilk reklam filminden sonra işi bırakmak zorunda kalıyor. Yerine yeni bir oyuncu bulmak gerekiyor. Çözüm yine Ersin Salman'dan geliyor ve görevi, aynı zamanda "Bira bu kapağın altındadır" sloganının da yaratıcısı olan Ajans Ada reklam yazarı Haluk Mesci üstleniyor.
Kampanyanın 1976 yılı Kasım ayından başlayarak art arda yayına giren filmleri büyük ilgi görüyor. Efes Pilsen eşi görülmemiş bir satış patlamasıyla, kısa sürede %66-70 pazar payına ulaşıyor. Bu arada Aksaray'da oturan, genellikle orta gelir diliminden, ortaokul mezunu, biraz gönlü gani biraz delifişek, arkadaş canlısı, hoşsohbet, hayattan keyif almasını bilen, şaka seven dört kafadar her geçen gün popülerleşiyor. Dergilerde, basında, günlük konuşmalarda, kampanyadan alıntılar birbirini izliyor.

Kemal Tecer kampanyanın sona ermesinden sonra, oyuncu olarak girdiği reklam filmleri yapımının teknik tarafına kayıyor. Önce bir süre Ajans Ada'nın film bölümünde, ardından da o dönemin en faal ve ünlü reklam filmi yönetmenlerinden Neşet Kırcalıoğlu'nun şirketi Telesine'de yönetmen yardımcısı olarak çalışıyor. Daha sonra, yine Telesine'de tanıştığı ve çalıştığı Asuman Mesci ile ortak Fiçek Film Yapım Şirketini kuruyor, reklam filmleri yönetiyor.

Şişli Terakki Lisesi mezunu olan, Şişli İktisat'a devam eden ama bitirmeyen Kemal Tecer Mayıs 1985'te genç yaşta aramızdan ayrılıyor.